içerik yükleniyor...Yüklenme süresi bağlantı hızınıza bağlıdır!

Cebir, Tefviz ve İhtiyar

Bismillahirrahmanirrahim

Cebir, Tefviz ve İhtiyar

Allah'ın birliğine; varlık âleminin asil yegâne sebebi olması hasebiyle varlık libasını giymek isteyen her şeyin, O'nun istek, irade ve iznine bağlı olup, O'nun kaza ve kaderinden kaynaklandığına inanmak, insanların ruhsal eğitiminde çok büyük bir rol üstlenen önemli inançlardan biridir. Ama ne var ki, bu hassas konuyu doğru bir şekilde kavrayabilmek, aklî ve fikrî olgunlukla birlikte, doğru bir eğitim ve öğretiyi de gerektirmektedir.

Bu yüzden, yeterince aklî rüşte sahip olmayanların yahut Kur'an'ın hakiki müfessirleri olan Masum İmamların (a.s), öğretilerinden yararlanmayanların, tevhit konusunda yanılgıya düştüklerini görmekteyiz. Bu kimseler, yaratılışta tevhidi kabul etmenin, nedensellik kanununun sadece Allah-u Teâlâ'ya ait olduğunu, sebep sayılan şeylerin gerçekte müsebbepler üzerinde hiç bir tesiri olmadığını, aksine sebep sayılan şeylerden sonra müsebbep sayılan şeylerin icat edilmesinin, Allah'ın bir sünneti olduğunu, âlemde gerçekleşen her şeyin nedeninin yalnızca Allah-u Teâlâ olduğunu ve insana ait işler de dâhil olmak üzere bütün işlerin tek mucit ve failinin Allah-u Teâlâ olduğunu kabul etmeyi gerektirdiğini sanarak "kaza ve kader" konusunda Kur'an'ın açık ayetleriyle çelişen bir görüşe sapmışlardır.

Bu fikrî azgınlığın acı ürünleri, ancak bu görüşün, nasıl da insanları etkisi altına alarak felakete sürüklediği incelendiğinde aşikâr olur. Zira bu görüşe göre, artık insanın bütün eylemleri doğrudan doğruya Allah'a isnat edilir ve insanın kendinin ise, onların icat edilmesinde hiçbir rolü kalmıyor. Başka bir tabirle bu görüş gereğince, insan eliyle gerçekleşen her eylemde insan sadece Allah'ın o olayı icat etmede kullandığı bir maşadır ve araçtır. Bunun ötesinde hiçbir rolü yoktur. Yani eylemlerin gerçek faili Allah'tır ve insan ise, sırf bir maşa ve araç olmadan öteye hiçbir röle sahip değildir.

Bu durumda artık iyi olsun veya kötü, güzel olsun veya çirkin, hiçbir insan yaptığı bir işten dolayı sorumlu tutulamaz; kötü eyleminden dolayı kınanamaz ve iyi eyleminden dolayı da övülemez. Çünkü bu durumda artık gerçekte fiili yapan insan değil, onu maşa alarak kullanan Allah'tır. Dolayısıyla da fiillerin iyiliği de kötülüğü de O'na aittir. Övülecekse, O övülmeli ve kınanacaksa, hâşâ O kınanmalıdır.

Böylece insanın, eylemlerinde mecbur olduğunu, dolayısıyla da hiç bir sorumluluğu olmadığını içeren bu yanlış düşünce, gerçekte insanın en önemli özelliklerinden biri olan özgürlük vasfını inkâr ederek, bütün hukukî, ahlaki ve eğitim kurumlarının, özellikle de kanunsal bir düzen olan İslam'ın teşriî nizamının boş ve yersiz olduğu sonucunu doğurmaktadır. Çünkü eğer insan yaptığı işlerde özgürlük, irade ve seçim hakkına sahip olmazsa, artık Allah'ın kullarına vazife tayin etmesine; cennet ve cehennemi yaratmasına; sevap ve azap belirlemesine; peygamber göndermesine; imam seçmesine ve kitap indirmesine hiçbir neden kalmıyor.

Hatta bu düşünce, tekvini nizamın icat edilişinin de hedefsiz ve boş bir iş olduğu sonucunu doğurmaktadır. Zira Kur'an-ı Kerim'in ayetleri, hadisler ve akli burhanlar, âleminin yaratılışından gayenin “insanın kendi iradesiyle Allah'a ibadet ve kulluk etmekle birçok yüce kemallere ulaşıp, Allah'ın özel rahmetlerine nail olma” zeminini hazırlaması olduğunu ispatlamaktadır.

Oysa insanın iradesini, özgürlüğünü, işlerinde seçim hakkına sahip olduğunu ve yaptığı işlerden dolayı sorumluluğunu reddetmek, insanın yaptığı işlerle yüce mükâfatlara ve kemallere ulaşmaya liyakat kazanmasını anlamsız kılar. Çünkü bütün bunlar, ancak özgür iradenin olduğu yerde bir anlam taşır. Özgür iradenin ve seçim hakkının olmadığı bir yerde ise, mükâfat ve liyakat kavramları anlamını yitirir. Özgür iradenin olmadığı takdirde insan, hayatı boyunca kendisine, başkalarına ve yaratıcısı olan Allah'a karşı hiç bir sorumluluk duymaz. Sonuçta ilahi rıza ve sonsuz nimetlerini elde etmek için çaba harcama diye bir şey olmaz. Böylece de yaratılış, hedefinin tam aksi istikametinde hareket eder.

Ehl-i Beyt ekolunun önde gelen âlimlerinden Seyyid Razi, Hz. Ali'nin (a.s) nurlu buyruklarının bir kısmını derleyerek oluşturduğu ve Ehl-i Beyt dostlarının iftihar kaynağı olan "Nehcü’l Belağa" isimli kitabında şöyle yazıyor: "Irak ahalisinden bir ihtiyar, Sıffin savaşından sonra Hz. Ali'ye (a.s) gelerek, "Bize Şam'a gidişimizden haber ver. Acaba bütün bunlar Allah'ın kaza ve kaderiyle midir?" diye sormuş ve Hazret de ona uzunca bir cevap vermiştir.

İmam’ın (a.s) buyruğunun bir kısmı şöyledir: "Yazıklar olsun! Sen kazayı mutlaka olacak ve kaderi de mutlaka gerçekleşecek mi sanıyorsun? Böyle olsaydı artık sevap ve ceza vermenin bir anlamı kalmaz, vaat ve vaid de anlamını yitirirdi. Kötülük yapanlar kınanmaz ve iyilik yapanlar da methedilmezdi.

Bu söz, bu ümmetin Kadercileri ve Allah'ın düşmanları olan kimselerin sözüdür. Oysaki noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah, kullarına özgür oldukları halde emretmiş ve uyarmak için de aynı şekilde nehyetmiştir. Vazifelerini kolay kılmış ve zor olanla ise, yükümlü tutmamıştır. Az bir amele ise, çok mükâfatla karşılık vermiştir. Ne O'na, O yenilerek isyan edilmiş ve ne de O kimseyi kerhen itaat etmek zorunda bırakmıştır. Ne peygamberleri “oyun olsun” diye göndermiş ve ne de kitapları kullarına abes yere indirmiştir. Gökleri, yeri ve bu ikisi arasında bulunanları da boş yere yaratmamıştır. "Bu, kâfirlerin zannıdır; cehennem ateşinden dolayı kâfirlere yazıklar olsun!." [1]

Bu arada hazretin bu metin ve aydınlatıcı buyruklarından coşkuya gelen ihtiyar kişi, ayağa kalkarak, hazrete hitaben şu şiiri okumaya başlar:

"Sen bir imamsın ki, itaatinle ümit ediyoruz,

Kurtuluş gününde Rahman Allah'ın mağfiretini

Açıkladın dinimizden şüphe ettiğimiz konuyu,

Mükâfatlandırsın bizden taraf ihsan ile Rabbin seni."[2]

“İnsan fıtratıyla çelişen böyle bir görüşün savunucusu da mı olur?” demeyin. Bizzat İslam ümmeti içerisinde “Cebriye” ismiyle bilinen gruplar açıktan bu görüşü savunmakla birlikte, insan kudret ve iradesinin yaptığı işlerde hiçbir etkisi olmadığını ve Allah-u Teâlâ’nın insanın iradesi ile birlikte yapmak istediği işleri icat ettiğini savunan Ehl-i Sünnet'in “Eş'arî” grubunu[3] da aynı kategoride değerlendirmeli ve Cebriye grubuna dâhil etmeliyiz. Çünkü bu görüş de insanı eyleminde etkisiz kabul etmekle, açıktan olmasa da mealen cebre varmaktadır.

İnsanlığın saadetini tehdit eden bu batıl görüşün yaygınlaşmasının en önemli amillerinden biri, zorla Müslümanların başına geçerek, kendilerini “Hz. Resulullah'ın (s.a.a) halifesi” diye tanıtan zalim hükümdarların uyguladıkları siyasetlerdir. Zira onlar kendi zulümlerini ve kötü amellerini, ancak bu şeytani düşüncelerle meşru gösterebilir. Bu görüşlerle bilgisiz mazlum halk kitlelerini kendi sultalarını kabullenmeye zorlayarak, kıyam edip direniş göstermelerine engel olabilirlerdi. Bu nedenledir ki, cebir görüşü, İslam toplumunun geri kalmışlığının başlıca sebeplerinden biri sayılmaktadır.

Günümüzdeki Müslümanların bu acınacak durumlarını, kâfir süper güçlerin tuzağına düşmelerini, onların bütün pisliklerine, cinayetlerine ve zulümlerine maruz kalmalarını, hak ve hakikat yolu olan İslam'dan uzaklaşarak, küfre yönelmelerini ve bu denli geri kalmışlıklarını, hep bu cebir görüşünün bıraktığı uğursuz izleri ve neticeleri olarak gösterebiliriz.

Bu arada cebir görüşünün batıl ve zayıf yönlerini görerek, onunla muhalefete kalkışan, Ehl-i Sünnet'in "Mutezile" diye tanınan diğer bir grubu ise, hem kendi ilmi yetersizliklerinden ve hem de Masum Ehl-i Beyt İmamlarının (a.s) talimat ve buyruklarından yararlanmadıklarından, cebrin reddi ile kâmil tevhidin arasında doğru bir bağlantı kuramayarak başka bir yanlışlığa düşmüş ve "Tefviz" görüşünü, yani “insan eyleminin vücuda gelmesinde Allah'ın hiç bir rolü olmadığı ve tek failin insanın kendi olduğu” düşüncesini ortaya atmışlardır.

Bu inanca göre Allah-u Teâlâ insanı yaratmış ve daha sonra onu kendi başına bırakmıştır. Fiilleri icat eden yalnız insanın kendisidir. Allah'ın insanların fiillerinde hiçbir etki ve rolü olmadığı gibi, bu gibi işler ilahi failiyetin dışında kalmaktadır.

Her şeyi yaratan ve var olabilecek bütün mümkünatın yaratılışına tek kaynak olan Allah-u Teâlâ’nın kudretini sınırlandıran, bir bakıma Allah'ın tevhit ilkesine halel getiren ve sonuçta imkân vasfını taşıyan bütün varlıkların varlıklarını Vacip Teâlâ olmaksızın da sürdürebilecekleri anlamına gelen, bu görüşün de yanlış bir görüş olduğu, Ehl-i Beyt İmamları tarafından gözler önüne serilmiştir.

Mutezile mezhebine göre, Allah-u Teâlâ’nın insanın fiilleri üzerinde hiçbir rolü yoktur. Allah-u Teâlâ’nın rolü, sadece insanın kendisini yaratmaktır. İnsan, yaratıldıktan sonra ihtiyarı dâhilinde olan fiillerini yalnızca kendi kudret ve iradesiyle icat etmektedir.[4] Nasıl ki, bir fabrikayı yapan mühendisin rolü, sadece fabrikanın kendisini icat etmek olup, fabrikanın işlevinde onun hiçbir rolü yoktur ise, Allah-u Teâlâ’nın işi de sadece insanın kendisini yaratmaktır. İnsanı yarattıktan sonra, ne onun iradesinde ve ne de işlerinde hiçbir etki sahibi değildir.

Bu görüşe göre evrenin sadece ilk icat edilişinde yaratıcıya ihtiyacı vardır. Ama beka ve işlevinde yaratıcıdan müstağnidir. Bu görüşün Allah-u Teâlâ’nın “Tevhid-i Ef'ali” ilkesiyle çeliştiği ve bir nevi şirk olduğu açıktır.

Nitekim Eş'arîler'in savunduğu “insan irade ve kudretinin insanın fiilleri üzerinde hiçbir etkisi olmadığı ve her şeyin doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ’nın irade ve kudretiyle icat edildiği” görüşü de “insanın muhtar oluşu” ilkesini ihlal ettiğinden “Allah-u Teâlâ’nın adil olması” ilkesiyle bağdaşmamaktadır.

O halde ne Eş'arîler'in savunduğu cebir görüşü doğrudur ve ne de Mutezililer'in savunduğu tefviz görüşü. Zira biri Allah-u Teâlâ’nın tevhidi ile çelişirken, diğeri Allah-u Teâlâ’nın adaletiyle çelişmektedir. Hak görüş, Ehl-i Beyt mektebinin ortaya koyduğu, “insanın muhtar bir varlık olup, irade ve kudretinin yaptığı fiillerde etkili olduğunu kabullenmekle birlikte, Allah-u Teâlâ’nın irade ve kudretinin de her şeyde müstakil etken olduğunu kabullenmek” yoludur.

 

 

--------------

[1]- Sa'd, 27.

[2]- Nehcü’l Belağa, 78; Özdeyiş – Tevhid-i Saduk, s. 380.

[3]- Şehristani, El-Milel ve'n-Nihel, s. 88.

[4]- Şehristani, El-Milel ve'n-Nihel, s. 49.

Tarih: 01-09-2022

FACEBOOK YORUM
Yorum