Ehl-i Sünnet'in Emirü'l Müminin İnancı
Bismillahirrahmanirrahim
Soru: İnsanımızda yerleşik durumda olan ve bana göre hastalıklı bir yapıdaki "devlet inancı"na Ehli Sünnet ve'l Cemaat inancının tesirleri ne yönde olmuştur? Kaba tabirle, tarih boyunca hep devlet olgusunun destekçisi olduğunu gördüğümüz Sünnilik, bu şeklini ta Emeviler ve Abbasiler'den mi tevarüs etmiştir? Bu hal sadece siyasi bir mesele midir? Bunun itikadi yönü -Başta Ehl-i Beyt'i pratikte(!) ihmal gibi- biz Sünnilere bir sorumluluk ve hesap yükler mi? Tarihi seyri içerisinde Ehl-i Beyt'e reva görülen tüm bu zulümlerin (ki buna başta tarihi bir vakıa olarak inanıyorum ve ardından da bunu akideleştiriyorum) hesabı ahirette sorulacak mıdır? Burada kastım şu, sadece cami duvarlarına süslü levha ile adını astığımız Hazret-i Ali, Hasan ve Hüseyin'in ahirette gönüllerini mutmain edecek bir hesap verebilecek miyiz?
Evet, şu gün Yezid aramızda yok ve yüceleştirdiğimiz sahabiler de yok. Öyleyse biz, bu tarihi ve akidevî olaylar karşısında nasıl bir yaşantı şekli takip etmeliyiz? Aşura günü mateme girmenin, kendine eziyet çektirmenin ötesinde, onların mirasını bugün yaşatabilecek nasıl bir hayat şekli takip etmeliyiz? Cevabınızın Kur'anî ya da İslamî olacağını tahmin ettiğimden kastımın daha özelde olduğunu belirtmek isterim. Bugün, İslam toprakları üzerinde ceberrut siyasetleri ile hüküm süren devletlerin varlığını Ehl-i Sünnet'in, zalim de olsa emirü'l müminine itaati, devleti kutsaması, zulme boyun eğmesi gibi olumsuz mü'min niteliklerine bağlayabilir miyiz?
Cevap: Aziz kardeşim, haklı olarak bahsettiğiniz hastalıklı bir yapıdaki "devlet inancı"na Ehli Sünnet ve'l Cemaat inancının tesirlerinin ne yönde olduğunu tespit edebilmenin en doğru ve kestirme yolu, bu inancın erbabının açıklamalarına ve onu kendinde barındıran kaynaklara müracaat etmektir.
Her şeyden önce bir kere bu ekolde, devlet müessesesi ve bunun en önemli birimi olan imamet ve hilafet olayına nasıl bakıldığını ele almak lazım. Realiteye bakıldığında bu mektepte imamet ve hilafet bugün ki bir köy muhtarlığı veya Cumhurbaşkanlığından farksızdır. Yani meselenin sadece siyasi ve idari yönü önemsenmektedir. Hatta başka bir yönünün olmadığı da söylenebilir. Yani devlet başkanı olacak kimse, iyi bir siyasetçi olsun da ne olursa olsun, önemli değil. “İlmi, takvası, İslam hakkında yeterli bilgisi var mı, takvalı birisi mi, değil mi?” bunlar ikinci plandadır; hatta hiç planda yoktur denilebilir.
Hz. Ali (a.s) gibi ümmetin en alim, en takvalı ve en fedakar insanının hilafet konusunda devre dışı bırakılmasında ileri sürülen en yaygın ve hatta tek tutanak bundan ibarettir. “Arkadaş farz edelim ki Hz. Ali'nin (a.s) hilafeti hususunda hiçbir nas, İlahi ve Nebevi açıklama yoktu. Ama İslam'da bu denli hayati bir mesele için bir takım ölçüler ve kıstaslar da mı yoktu? Eğer var olduğuna inanıyorsanız, peki bu ölçüler dikkate alındığında, o gün ümmet arasında Hz. Ali'den (a.s) daha evla ve daha layık birisi var mıydı?” denildiğinde hemen "Evet, belki yoktu ama Hz. Ali'den (a.s) daha yaşlı ve daha siyasetçi, kimseler vardı ve bu yüzden de onların seçilmesi uygun görülmüştü. Hz. Ali (a.s) ise henüz daha genç, daha toy ve siyasi açıdan zayıftı. Nitekim sonradan hilafete geldiğinde Muaviye ile arsında yaşananlarda ve Cemel harbi vakasında bu zaafını ortaya koydu. Halbuki eğer biraz daha tedbirli ve siyasi davransaydı, bu zorluklarla da karşılaşmazdı!!"
İşte mantık bu! Halbuki halife ve imam olan kimse bir anlamda İslam'ın siması, her açıdan temsilcisi ve adından da malum olduğu gibi Hz. Resulullah'ın (s.a.a) halefi, onun yerine oturan ve (vahyin dışında) onun bütün görevlerini ve sorumluluklarını üstlenen bir kimsedir ve öyle olma mecburiyetindedir. Yani kendisinden sorulan her konuda İslam adına görüş bildirebilecek ve hiçbir konuda "Ben bilmiyorum" demeyecek bir kimse olmalıdır. Yine ümmet arsında İslam'a en çok aşina ve en takvalı birisi olmalıdır. Aksi takdirde İslam'a nasıl tablo olabilir ve onu nasıl layıkıyla temsil edebilir? Acaba Hz. Resulullah'tan (s.a.a) sonra işbaşına gelenler böyle miydi? Başkaları ne derse desin, herkesten önce onların kendisi kendi haklarında böyle bir şeyi kabul etmiyorlar Bakın 1. Halife Ebubekir kendisi hakkında ne diyor: "Ben sizin en hayırlınız değilim; o halde kollayın beni...!"[1]
Yine 2. Halife şöyle diyor: "Kim Kur'an'dan sormak istiyorsa, Ubeyy b. Ka'b'ın yanına gelsin; kim helal ve haramdan sormak istiyorsa, Muaz b. Cebel'in yanına gelsin; kim faraiz (miras hakları) hakkında sormak istiyorsa, Zeyd b. Sâbit'in yanına gelsin ve kim de mal almak istiyorsa, benim yanıma gelsin ve onun hazinecisi benim."[2] İşte bu ekolün hilafet konusundaki mantığını 2. Halife'nin bu sözü en iyi şekilde ortaya koymuyor mu?
Tabi bu mantığı savunanlar, sonraları buna nice hadisler uydurmayı da ihmal etmemişlerdir. İşte bunlardan birkaç örnek:
“Sahih-i Müslim” ve “Sünen-i Beyhakî” kitabında, Hüzeyfetü’l Yemân'a istinaden şöyle rivâyet edilmiştir: "Ya Resulallah! Biz şer içerisindeydik; Allah, şimdi içinde bulunduğumuz hayrı bize nasip etti; acaba bu hayrın ardından bir şer olacak mı? dedim. Hz. Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu: “Evet.” Ben, “O şerrin ardından yine hayır olacak mı?” diye sorduğumda, yine “Evet” diye cevap verdi. Tekrar “Bu hayrın ardından bir şer olacak mı?” diye sordum. Yine “Evet” cevabı verince, “Bu nasıl olacak?” diye sordum. Şöyle buyurdu: “Benden sonra, benim hidayetime uymayan, Sünnetimi takip etmeyen İmâmlar türeyecektir; onların içerisinde öyle kimseler bulunacaktır ki insan şeklinde olan bedenlerindeki kalpleri tıpkı şeytanların kalbi gibi olacaktır.” Ben “Ya Resulallah! Öyle bir zamanı idrak edersem, ne yapmamı tavsiye edersin?” diye sordum. Şu cevabı verdi: “Emiri dinleyip, itaat edeceksin; hatta sırtına bile vursa; malını dahi elinden alsa; dinle ve itâat et!!” [3]
Yine aynı kaynaklarda, Avf b. Mâlik El-Eşcaî'den şöyle nakledilmiştir: Resulullah'ın (s.a.a) şöyle buyurduğunu duydum: “En iyi İmâmlarınız o kimselerdir ki siz onları seversiniz ve onlar da sizi; siz onlara salat edersiniz ve onlar da size. En kötü İmâmlarınız da o kimselerdir ki siz onlara buğz edersiniz ve onlar da size; siz onlara lanet edersiniz ve onlar da size.” “Ya Resulallah! Böyle bir durumda biz onlarla mücâdele etmeyelim mi?” dedik. “Hayır; namazı aranızda ikame ettikleri müddetçe böyle bir şeye kalkışmayın. Şunu bilin ki kimin üzerine birisi hüküm sahibi olur da o hakimin Allah'a karşı bir isyânını görürse, onun bu isyanını sevmesin ama itâat etmekten de elini çekmesin!!” buyurdu. [4]
Aynı kaynaklarda yine şöyle nakledilmektedir: Seleme b. Yezid El-Cu'fî Resulullah'a bir soru yönelterek, şöyle dedi: “Ya Resulallah! Eğer bizim başımıza, bizden haklarını isteyen ama bizim hakkımızı vermeyen emirler hakim olursa, ne yapmamızı emredersiniz?” Râvi diyor, Peygamber (bir rahatsızlık ifadesi olarak) ondan yüzünü çevirdi. Sonra soruyu tekrar edince, Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurdu: “Dinleyin ve itâat edin; onların yaptıklarının sorumluluğu onlara ve sizin yaptıklarınızın sorumluluğu da size aittir.”[5]
Bir de Mikdâm isminde birisinden şöyle rivayet etmişlerdir: Hz. Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu: "Emirlerinize itâat edin; ne olularsa olsunlar! Eğer onlar benim söylediklerimi size emrederlerse, hem onlar bundan ecir alırlar ve hem siz itâatinizden dolayı mükafatlandırılırsınız. Şayet benim emretmediğim şeyleri size emrederlerse, bunun sorumluluğu onlara aittir ve siz bundan berisiniz. Zira siz, Allah'ı mülakat ettiğinizde diyeceksiniz: 'Ey Rabbimiz! Zulüm yoktur.' Allah da 'Evet, zulüm yoktur' buyuracaktır. Siz 'Ey Rabbimiz! Sen bize peygamberler gönderdin; biz de senin izninle onlara itâat ettik. Sonra bize halifeler seçtin; biz de senin izninle onlara itaat ettik. Ardından başımıza emirler getirdin; biz de onlara itâat ettik.' diyeceksiniz. Allah da 'Doğru söylediniz; bunun sorumluluğu o (zalim emirlere) aittir ve siz bundan berisiniz (bir sorumluluğunuz söz konusu değildir)."[6]
Yine söz konusu kaynakta Süveyd b. Gafele'den şöyle nakletmektedir: Ömer b. Hattap bana dedi ki "Ey Eba Ümeyye! Belki de sen benden sonra yaşarsın. O zaman İmâma itâat etmelisin; hatta Habeşî bir köle bile olsa. Sana vursa da sabret; emretse de sabret; seni (bir şeylerden) mahrum bıraksa da sabret; sana zulmetse de sabret. Eğer dininde noksanlık yaratacak bir şeyi sana emrederse, de ki: 'Duydum ve itâat ettim...!!"[7]
Bu hadisler bir tane, iki tane değil ve burada hepsini veremeyeceğimiz kadar çoktur. Daha fazla isterseniz örneğin “Sahih-i Müslim” kitabının şu bablarına bakabilirsiniz: Hüküm sahipleri zulmettiğinde sabra emir babı. Hakları zayi etseler dahi emirlere itâat babı. Fitne zamanlarında ve her halükarda Müslümanlardan ayrılmamanın farziyeti ve itâatten çıkmanın haramlığı babı.
Yine “Kenzü’l Ummâl” kitabında şu yerlere bakabilirsiniz: c. 1, s. 104; c. 4, s. 373-374; c. 5, s. 751; c. 11, s. 210; c. 6, s. 458.
Şunu da eklemekte fayda vardır ki Müslim'i şerh eden İmam Nevevî bu hadisleri şerh ederken açıkça şöyle diyor: “Ehl-i Sünnet ve Cemaat itikadına göre, kılıç ve galebe yoluyla Müslümanların başına geçen zalim emire karşı kıyam etmek caiz değildir. Müslümanlara düşen ona nasihat etmektir!...”
Bugünkü Sünnilerin bunlardan sorumlu olup olmadığı hususuna gelince, bu onların bu konulardaki tutum ve davranışlarıyla orantılı bir meseledir, aziz kardeşim. Sadece “Ata baba dini” deyip, araştırmadan, akıl mantık yürütmeden bunlara sarılıp aynı çizgiyi devam ettirenler, elbette ki sorumlu olacaklardır. Tabi araştırma, kıyaslama ve doğruları bulma imkanı olmayanlar bundan istisnadır ve “fikri müstazaf” kategorisine girdikleri için mazurdurlar. Ancak bu konuda başkalarının, hele alimlerin hiçbir mazereti yoktur.
"Burada kastım şu, sadece cami duvarlarına süslü levha ile adını astığımız Hazret-i Ali, Hasan ve Hüseyn'in ahirette gönüllerini mutmain edecek bir hesap verebilecek miyiz? Evet, şu gün Yezid aramızda yok, yüceleştirdiğimiz sahabiler de yok. Öyleyse biz, bu tarihi ve akidevi olaylar karşısında nasıl bir yaşantı şekli takip etmeliyiz?" diyorsunuz.
Aziz kardeşim, hepimiz biliyoruz ki "niyet" insanın amellerinde baş rolü oynamakta. Allah'ın Habibi (s.a.a) "Kim bir kavmin ameline razı olursa, onlardan sayılır" buyurmaktadır. Allah-u Teâlâ, Kur'an-ı Kerim'de Hz. Resulullah'ın (s.a.a) zamanındaki Yahudileri kınarken, "Siz değil miydiniz Peygamberleri öldürenler..." buyurmaktadır. Oysa o zamanda yaşayan Yahudiler, peygamber falan öldürmemişlerdi. Ama atalarının fiillerine razı oldukları için Allah-u Teâlâ onları da atalarının veballerine ortak saymaktadır.
Evet, İslam'da "Tevelli ve teberri" olayı vardır. Allah'ın dostlarıyla dost ve düşmanlarıyla düşman; dostlarının dostuyla dost ve dostlarının düşmanlarıyla düşman olman gerekiyor. Kaldı ki o zamanda yaşayan kimseler, özellikle “sahabi” diye tanınan kimseler, bizimle Hz. Resulullah (s.a.a) arasında bir köprü ve bir kanal vazifesini görmektedir. Diğer taraftan bunların arasında çoğu konularda fikri ve ameli bir sürü ihtilafların bulunduğunu da bilmekteyiz. Aynı konuda birisi “Hz. Resulullah (s.a.a) şöyle dedi veya şu uygulamayı yaptı” derken, diğeri “hayır, şöyle yaptı” demektedir. Bunların hepsinin doğru olmadığını da bildiğimize göre, bir tercih yapmak durumundayız. Bunu da yapabilmemiz için onların hayatını çok iyi araştırıp, kimin daha doğru söylediğini; sonuna kadar Allah'a ve Resulü'ne daha çok sadık kaldığını araştırıp öğrenmemiz ve tavrımızı ona göre belirlememiz gerekir. Ondan sonra ancak ister fikri ve itikadi olarak, isterse ameli olarak kimi kendimize örnek ve önder etmemiz gerektiğine karar verebiliriz.
İşte bu noktada "Aşura günü mateme girmenin, kendine eziyet çektirmenin ötesinde, onların mirasını bugün yaşatabilecek nasıl bir hayat şekli takip etmeliyiz?" sorusu da cevabını bulmuş olur. Bir kere her şeyden önce bu mirası keşfetmeliyiz. Bugün maalesef Sünni camiada bu mirastan hemen hemen hiç eser bulamazsınız. Ne itikadî eserlerinde, ne fıkhî, ne tefsirî ne hadisi, ne.. Keşfettikten sonra da onlara sahip çıkmalı ve yaşamalıyız. Kısacası Allah Resulü'nün (s.a.a) tabiriyle onlara sarılmalı; onları birbirinden ayırmamalı; onların kurtuluş gemisine binmeli ve onları bedendeki baş ve baştaki göz yerine koymalıyız. Aksi takdirde yine Hz. Resul-i Kibriya'nın (s.a.a) tabiriyle haktan sapmamız ve boğulup, helak olmamız kaçınılmazdır.[8]
Bilahare bu sorunun sonunda şöyle soruyorsunuz: "Bugün, İslam toprakları üzerinde ceberrut siyasetleri ile hüküm süren devletlerin varlığını Ehl-i Sünnet'in, zalim de olsa Emirü’l Mü'minine itaati, devleti kutsaması, zulme boyun eğmesi gibi olumsuz mü'min niteliklerine bağlayabilir miyiz?"
Muhterem kardeşim, belki bu söylediğiniz yegane sebep değil, ama maalesef en önemli sebepler arasında sayabiliriz.
------------------
[1]- Tabakat-ı İbn-i Sa'd, c. 3, s. 151; Tarih-i Taberi, c. 3, s. 210; El-İmamet-u Ves-Siyase (ibn-i Kuteybe), c. 1, s. 16; Kenzü’l Ummal.
[2]- Sünen-i Beyhaki, c. 6, s. 210; Müstedrekü’s-Sahiheyn, c. 3, s. 271; İkdü’l Ferid, c. 2, s. 132.
[3]- Sahih-i Müslim -Arapça metin-, c. 2, s. 119; Sünen-i Beyhakî, c. 8, s. 157.
[4]- Sahih-i Müslim, c. 2, s. 122; Sünen-i Beyhakî, c. 8, s. 159.
[5]- Sahih-i Müslim, c. 2, s. 119; Sünen-i Beyhakî, c. 8 s. 158.
[6]- Sünen-i Beyhakî, c. 8, s. 159.
[7]- Sünen-i Beyhakî, c. 8, s. 159.
[8]- Burada Allah Resulü'nden (s.a.a) nakledilen şu hadisi şeriflere atıfta bulunulmuştur:
"Ben sizin aranızda iki paha biçilmez emanet bırakıyorum. O ikisine sarıldığınız müddetçe asla dalalete düşmezsiniz: Allah'ın Kitabı (Kur'ân) ve Ehl-i Beyt'im olan itretimdir. Hiç şüphesiz bu ikisi (Kevser) havuzu başında bana gelinceye kadar, hiçbir zaman birbirinden ayrılmazlar. Bakın, benden sonra onlara nasıl davranacaksınız?"
(“Sekaleyn” (iki ağır emanet) ismiyle meşhur olan bu hadis, başta “Sahih-i Müslim” olmak üzere en muteber hadis kaynaklarında değişik senetlerle ve mütevatir bir şekilde nakledilmiştir. İbn-i Hacer, “Sevaikü’l Muhrika” kitabında 27 değişik senetle nakledildiğini söylüyor.)
"Benim Ehl-i Beyt'im, Nuh'un gemisine benzer; ona binen kurtulur ve binmeyen boğulur, helak olur." (Müstedrekü’s-Sahiheyn (Hâkim Nişâburi), c. 3, s. 163, Hadis: 4720; Câmiu’s-Sağir (Süyuti), c. 2, s. 533, Hadis: 8162.
"Benim Ehl-i Beyt'imi kendi aranızda bedenden bir baş ve baştan iki göz yerine koyun; başsız bir beden düşünülemeyeceği gibi, gözsüz bir baş da yolunu bulamaz." (Mecmaü’z-Zevaid (Heysemi), c. 1, s. 172; İs'afü’r-Rağibin, s. 114; Raşfetü’s-Sâdi, s. 91.)
Tarih: 14-07-2021