içerik yükleniyor...Yüklenme süresi bağlantı hızınıza bağlıdır!

İlâhî ve Beşerî Adalet - 2

“Mebde’ ve mead” konusunda genel olarak çeşitli yorum ve görüşler vardır. Hadis ehli, kelâm bilgini, hakîmler (feylesoflar), arifler, algı ve duygulara önem verenler veya tabiat bilginlerinin her biri bir yol tutmuştur.

İlâhî ve Beşerî Adalet - 2

Yol ve Yöntemler

Hadis ehli olanlar, “Füru-u Din” konularında [1] izledikleri yöntemi Usul-u Din [2] alanında da sürdürürler. Bu konularda akıl yürütme ve düşünme, mantık ve muhakemeye başvurma taraftarı olmayıp, hadis ve rivayetlere itaat ve bağlılık taraftarıdırlar. Kitap ve sünnette, Allah’ın “Hayy” (Hayat sahibi) olduğu, “Âlim” (ilim sahibi) olduğu, “Kadir” (kudret sahibi) olduğu, “Mürid” (irade sahibi) olduğu beyan buyrulmuştur. “Adil” olduğu da beyan buyrulduğuna göre, bizim de Allah elçilerinin sözüne güvenmemiz, bunların tümünü “niçin?” ve “nasıl?” diye sormaksızın kabul etmemiz gerekir. “Adl”in ne olduğunu, Allah’ın “adil oluşunun ne anlama geldiğini düşünmemiz ve araştırmamız gerekmez. Üstelik bu konularda akıl yürütmek bidattir; sonradan ortaya çıkan bir şeydir ve haramdır.

 

Hadis ehline göre, “adl” diye bir sorun yoktur. Diğer bir deyişle bu topluluk, “adl-i ilâhî” konusunda ortaya çıkan sorunları cevaplandırmakla kendilerini yükümlü saymazlar. Bu topluluğun görüşleri temelsizdir ve mesnetsizdir. Bu topluluk dışında kalanlar ise, bu konuda düşünmeyi ve akıl yürütmeyi caiz görmektedirler. Bu konuda izledikleri yol ve yöntemler ise, farklıdır.

 

Kelâm ehli, “adl” konusunda ikiye ayrılmışlardır. Eşaire’ye göre “adl” sıfatı Allah’ın fiilinden soyutlanarak elde edilmiş ve bu işlem yapılırken de işbu fiilin “ilâhî” oluş niteliği göz önünde tutulmuştur. Bu topluluğun görüşünce, bir şeyin “adl” kapsamına girmesi, ilâhî fiil oluşu dolayısı iledir. Bunların inanışınca hiçbir fiil başlı başına “adl” veya “zulm” sayılamaz. Ayrıca ne bağımsız ve ne de bağımlı olarak, Allah dışında “fail” yoktur. Şu hâlde zulmün de anlamı kalmaz. Şu hâlde bir fiil “adl” kapsamına girdiği için ilâhî fiil sayılacak değildir; aksine ilâhî fiiller “adl” kapsamına girerler.

 

Yine bu topluluğun görüşünce, bu alanda hiçbir kural ve ölçüt konamaz. Meselâ “adl” ilkesine dayanarak Allah’ın iyi işler işleyenlere mükâfat, kötülere ise ceza vereceğini ve verdiğini ileri süremeyiz; “Allah, Kur’ân-ı Kerim’de böyle yapacağını vaad etmiştir” diyerek bu vaadinde duracağını söyleyemeyiz. Fakat Allah, iyiye mükâfat ve kötüye caza verirse, bu “adl” olur; aksine de yapsa yine “adl” olur. Sözünde dursa da, durmasa da “adl” olur. Allah varlık âlemine gelmek için gerekli imkânı haiz bir şeye varlık verirse, bu “adl”dir ve vermez ise, yine “adl”dir. “Adl”, O’nun yaptığıdır. Çünkü adl; O’nun yaptığı demektir. “Her çe an Hosrov koned, şirin buved.” (O padişah ne yaparsa hoştur, tatlıdır.) [3]

 

Bu topluluk aslında “adl”i inkâr etmezler, ne var ki “adl”e getirdikleri yorum dolayısı ile gerçekte “adl”i inkâr etmiş olurlar. Bu sebeple Eşaire’ye bu konuda karşı olan Şia ve Mu’tezile; “adliyye” (adl taraftarları) olarak anılırlar. Bu adlandırmada şu hususa işaret vardır: Eşaire’nin sözü, “adl”in yorumu değil, inkârı demektir. Bu topluluk için de aslında “adl” sorunu bir sorun olmaktan çıkmıştır, üstelik bu topluluk adl’e ilişkin güçlüklere cevap getirme yükümü açısından Ehl-i Hadis’ten bile daha serbest durumdadırlar. [4]

 

Bu topluluk, kendi düşüncesince, “tenzih” yolunu tutmuş, Allah’a ortak koşmamış, Allah’ı zulm ve haksızlıktan arı bilmiş ve tenzih etmiştir. Bir taraftan, Allah’tan gayrının “fail” olmadığını belirtmiş, daha sonra da “adl” sıfatını ilâhî fiilden daha aşağı mertebeye koymuş, hüsn ve kubh’ün aklî oluşunu kökten inkâr etmiştir. “Bir fiilin adil olmasının tek anlamı, ilâhî fiil oluşundan ibarettir” demişler ve Allah’ın eşi-ortağı olmayıp, zulm etmeyeceği sonucuna varırlar. Ne var ki gerçekte bu topluluk Allah yerine beşerî zalimleri “tenzih” etmişler ve onları aklayıp temize çıkarmışlardır. Çünkü bu düşünceden çıkarılabilecek olan ilk ve apaçık sonuç şudur: Filan zalimin işlediği fiil, aslında Allah’ın fiilidir; o hâlde zulüm olamaz. Her fiil Allah’ın fiili ve Allah’ın fiili de adalet demek olduğuna göre, Varlık Sözlüğü’nde “zulm” kelimesine yer yoktur. Belki de “Mütevekkil-i Abbasî” gibi zalimlerin Eşaire’yi korumasının asıl sebebi onların vardıkları bu “ideal” (!) sonuç dolayısı iledir. Böyle bir mantık ve böylesine bir sonuç karşısında, zulüm görenin, mazlumun, haklarını koruma açısından yüklendiği görev ve dinî ödevi nedir? Bu da çok açıktır.

 

Şu hâlde Kur’ân-ı Kerim’in zulmü mahkûm etmesinin ve zulme karşı zalimle savaşma buyruğu vermesinin anlamı nedir? Bu soruyu Eşaire’den sormak gerekir.

 

Diğer kelâm bilginleri ve gerçekte bu alanın seçkin simaları, bu konudaki Eşaire mantığını şiddetle eleştirirler. Eşaire’nin bu konuda yaptıklarının “beşerî zulüm” kavramını reddetme demek olduğunu belirtirler. Şia ve Mu’tezile kelâmcıları, evrende adaleti bir gerçeklik olarak kabul eder, hüsn ve kubh’u da aklî ve zatî olarak düşünürler. Bu konudaki ölçütün ilâhî fiiller alanında da geçerli olduğunu kabul ederler. “Adl”in iyi ve güzel, zulmün ise çirkin ve yakışıksız oluşu, apaçık bir husustur. Bu husus yalnızca bir ahlâkî ilke olarak beşerî alanda kalmaz ve ilâhî düzeyde de bu değerlendirme yürürlüktedir. Adl, bizatihi güzel ve iyi, zulm ise bizatihi kötü, çirkindir. “Sonsuz akl” demek olan, her akla feyiz veren Yüce Allah, akılların iyi saydığı bir şeyi terk buyurmaz, aklın çirkin saydığı bir şeyi ise sonuçlandırmaz.

 

İlâhî hakîmlere gelince, onlar hüsn ve kubh’un aklî oluşunu inkâr etmezler ve Eşaire’nin görüşünü reddederler; ne var ki, bu kavramların beşerî düzeyde oluğunu ileri sürerler. İlâhî hakîmlerin (İslâmî düşünceye bağlı feylesofların) görüşünce, hüsn ve kubh gibi kavramlar, Yüce Allah’ın “yücelik ve ululuk” alanında ölçüt olamazlar. Yüce Allah’ın fiilleri bu gibi yüzde yüz beşerî olan ölçütlerle değerlendirilemez, ölçülemez ve yorumlanamaz. Hakîmlerin görüşünce Allah adildir; fakat Allah’ın adil oluşunun sebebi, adaletin iyi olduğu ve ilâhî iradenin iyilik cihetinde oluşu ile, Allah’ın iyilik yapmak istemesi ile açıklanamaz. Allah’ın -hâşâ- zalim olmayışı da zulmün kötü oluşu ve Allah’ın zulüm yapmak istemeyişi dolayısı ile değildir.

 

Hakîmler nazarında, hüsn ve kubh düşüncesi, insan fiillerinin iyi veya kötü oluşu gibi insanın ahlâkî bilincini meydana getiren bir düşünce, itibarîdir; uzlaşımaya dayanır; ilmî ve keşfi değil, sadece amelî değeri vardır. Bütün değeri, vasıta ve araç oluşudur. İnsan, tekâmül etmek için iradî fiillerine bu gibi ölçütler ve araçlar belirler; meydana getirir ve kullanır. Zat-ı Mukaddes-i Ahadiyyet’e, Yüce Allah’a gelince, O, Vacibu’l-Vücud’dur; Kemal-i Mahz’dir (tekâmülden münezzeh Mutlak Kemal’dir); Fi’liyyet-i Halis’dir; bu gibi alet ve araçlara ihtiyacı yoktur. Gerçekliği olan veya sırf uzlaşıma dayanıp “itibarî” bulunan bir düşüncenin, bir tasavvurun farkı nedir? İnsan zihni, “hüsn” ve “kubh”, güzel ve yaraşır, çirkin ve yakışıksız gibi düşüncelere nasıl varmaktadır? Bu da İslâm Felsefesinde ele alınan üstün değerli ve incelikleri olan konulardan birisidir. [5]

 

İslâm hakîmleri, Eşaire’nin yaptıkları gibi yapmazlar ve Allah’tan gayrının “failiyet”ini, bir eylemin öznesi olabilirliğini kesin olarak reddetmezler. İnsanın “zulm” kapsamına giren bir davranışta bulunabileceğini, toplumdan zulmü kaldırmanın bir insanlık ödevi olduğunu da kabul ederler. Diğer taraftan ise, “hüsn ve kubh” konusunda insan için söz konusu olan ölçütleri ve kıstasları, ilâhî fiillere de uygulamayı kabul etmezler ve doğru bulmazlar. İslâm Felsefesinde, İslâm İlâhî Hikmetinde, gerçekte Allah’a bir nevi ödev belirlemek ve yükümlülük getirmek demek olan bu açıklamaya asla başvurulmamıştır.

 

Hakîmler ve Eş’arî kelamcılar dışındaki kelâm ehli katında, “adl-i ilâhî” konusuna ilişkin olan güçlükler, cevabı bulunması gereken bir dizi sorun olarak ortaya çıkmaktadır. Bu arada bir topluluk daha göze çarpmaktadır: Bu topluluğa göre, kelâm ehlinin olsun, felsefe ehlinin olsun, tümünün yolları aklın ve zihnin faaliyetine dayanır; nesnel ve deneysel (aynî ve tecrübî) müşahedeye, tanıklık ve gözleme dayanmaz. Bu sebeple de geçerli değildirler. Dinin temel ilkelerinde, Usul-u Din’de, diğer bir deyişle “mebde’ ve mead” konularında müspet bilim mensuplarının yöntemi izlenmelidir. “Adl-i ilâhî” sorununa ve bu soruna ilişkin güçlük ve tereddütlere cevap bulabilmek için de hilkat olay ve olgularını, yaratılış âlemindeki görüngüleri, bu âlemdeki kural ve hikmetleri incelemek ve sorunları böylece çözmek gerekir.

 

“Adl-i ilâhî” konusuna ilişkin sorunlar, bu topluluğun karşısına da cevaplandırılması gereken sorunlar olarak çıkarlar. Denilebilir ki, bu sorunlar bu topluluk için daha ciddî boyutlardadır. Çünkü mütekellimler ve hakîmler, Allah’ın varlığını ve bazı sıfatlarını ispat amacı ile harekete geçtiklerinde, evrenin düzenli, kurallı ve bilgece (hakîmane) bir yapıya sahip oluşu, onların hareket noktalarından yalnızca bir tanesidir; yoksa bütün delilleri sadece bundan ibaret değildir. Böylece “adl” ve “zulm” konusunun çetin sorunlarını mantık yolu ile çözemediklerini bir an için varsaysak bile, itikat ve imanlarının özüne bir halel gelecek değildir. Çünkü Allah’ın varlığı onlar için evrenin düzeni ve kuralları dışındaki yollar ile kesinlikle sabit olmuştur. Bu sebeple, yaratılış âleminde adl-i ilâhî’nin varlığına da iman ederler; çünkü aynı diğer yollar vasıtası ile yalnızca Allah’ın varlığı değil, adaleti de onlar için kesin ve açık hâle gelmiştir. Her meselede ve karşılaşılan olayda bu adaleti ayrıntılı biçimde çözümleyemeseler ve ortaya koymasalar bile, Allah’ın adaletine iman ederler.

 

Yalnızca evrenin gözlemi yolunu seçen ve başka yol kabul etmeyenlere gelince, açıklayamadıkları olaylarla karşılaştıklarında, Allah’a imanları da sarsılır. Bunlar, Allah’ı sadece yaratıklarının aynasında müşahede yolunu seçenlerdir. Bu ayna adl-i ilâhî açısından azıcık bulanık olunca ve iyi görüntü veremeyince, sarsılacakları apaçıktır. Tabiatıyla bu düşüncede olanlar, “adl” ve “zulm” sorununu çözümleyemeyince, Allah’ın varlığına da kesinlikle inanamazlar. Çünkü adl-i ilâhî konusunda ortaya çıkan sorunlar ve güçlükler, yaratılış düzenindeki olgunluk ve eksiksizliği de sarsar ve bu konuda da şüphe uyandırır.

 

Allâme Hillî, “Şerh-i Tecrid” kitabında Allah’ın ilmi konusunu ele alırken, hilkatte, yaratılış âleminde kötülük (şer) ve nakisa (eksiklik) gibi görünen hususlar bir çözüme bağlanmadıkça, Allah’ın ilmi ve hikmeti ile bu hususların bağdaştırılmayacağını ve bunların ilâhî ilim ve hikmet karşısında bir çelişki gibi görülebileceğini belirtmektedir.

Ayetullah Murtaza MUTAHHARÎ

 

-------------

[1]- Yani, inançlara değil de amellere ilişkin konularda. (H. Hatemi)

[2]- Yani, inanç ilkeleri, amentü. (H. Hatemi)

[3]- Mevlâ görelim neyler / Neylerse güzel eyler. (H. Hatemi)

[4]- Bir yükümlülük üstlenmezler. Ehl-i hadis, hiç değilse bu konudaki rivayetleri inceler ve tartar. Bunlar ise, “adl”i bir düşünce sorunu olmaktan çıkarmış olurlar. (H. Hatemi)

[5]- Bak. Felsefe Yöntem Bilimi ve Realizm Yöntemi, c.2, 6. bölüm. (M. Mutahharî) Bu eser, daha önce değinildiği gibi, merhum Ayetullah Tabatabaî tarafından kaleme alınmış ve Felsefede öğrencisi olan şehit Mutahharî tarafından Farsça’ya aktarılırken, Mutahharî’nin de önemli katkıları olmuş ve ortak eser hâline gelmiştir. Beş cilttir. (H. Hatemi)

Tarih: 03-02-2024

FACEBOOK YORUM
Yorum