İrfan, Felsefe ve Akıl
Bismillahirrahmanirrahim
İrfan, yüce Allah’ı “huzurî ve şuhudî olarak tanımak” şeklinde açıklanmıştır. Bu açıklamadan yola çıkarak irfânî bulguların, aklî bulgular karşısında olduğunu söyleyebiliriz. Aklî bulgular, deliller, kavramlar, düşünceler ve kelimelerle ilintilidir. Oysa irfânî bulgular, şuhûd ve huzurî bulgular türündendir. Dolayısıyla bu iki tür bulgunun tamamen farklı olduğunu ve birbirinin karşısında yer aldığını kolaylıkla söyleyebiliriz.
Sonuçta tamamen aklî yöntemlerle problemlerine cevap bulmaya çalışan felsefe, irfanın karşısında yer almalıdır. Felsefenin işi gerçekleri bulmaktır ve bu iş için kullandığı araç ise, akıl ve zihinsel kavramlardır. Felsefe hiçbir zaman aklî verilerin ötesine geçemez. Bu sebeple felsefeden beklenen şey, Allah’ın varlığını kanıtlamaktır ve bizi Allah’a ulaştırması beklenemez. Akıl ve felsefe yoluyla ancak ve ancak Allah’ı tanıyabiliriz. Ancak onu müşahede etmek ve onu bulmak başka bir şeydir. Bu iş, ancak irfanın yapabileceği bir iştir.
Felsefe ve irfanın yolları farklıdır ve esasen mahiyetleri de farklıdır. Felsefe, zihinsel ve aklî bir yapıya sahipken, irfan “huzurî ilim” ve “şuhûd” türündendir. Ancak bu ikilinin hiçbirisi diğerinin yerini dolduramaz ve her biri kendi yerinde değerli ve gereklidir. Burada felsefe karşısında yer aldığını söylediğimiz irfan, “nazarî irfan” değildir. Zira nazarî irfan, kavramlarla ilgili bir ilimdir. Bu sebeple nazarî irfan, yapı ve mahiyet itibariyle felsefeye benziyor ve insana kavramlar dışında bir şey kazandırmıyor.
Konuyla ilgili olarak söylenenler herkesin kabul ettiği gerçeklerdir; ancak ihtilaf konusu olan ve irfanı kabul edenlerle etmeyenlerin temel ihtilaflarından birisi, keşif ve şuhûd ile elde edilebileceğini varsaydığımız irfânî verilerin akılla incelenebilir olması ve ‘şu doğrudur şu yanlıştır’ şeklinde değerlendirilmesidir. Bu sorunun cevabını bulmak önemlidir; zira birçok arif, bâtınî olarak elde ettiklerini iddia ettikleri akılla açıklanamayan birtakım iddialarda bulunuyor. Bu verilerin akıl tarafından algılanıyor olmaması doğal olarak onaylamak veya reddetmek hakkını da akıldan alacaktır. Örneğin bu tür tartışmalara konu olan mevzulardan birisi “vahdet-i vücut” meselesidir.
Kimileri vahdet-i vücut meselesini, “Allah dışında hiçbir varlığın var olmaması ve diğer varlıklar olarak düşünülen şeylerin aslında yalnızca hayalden ibaret olduğu” şeklinde açıklamışlardır. Kimileri ise, bu meseleyi “Allah’ın ilmi dışında hiçbir varlığın var olmaması” şeklinde açıklamışlardır. Bu açıklamaya binaen vahdette bir tür kesret düşünülmüştür.
Bu meselenin daha çok dillerde dolaşan diğer bir açıklaması ise, irfan yolunda ilerleyen sâlikin bu işin nihayetinde ‘fenafillah’ makamına varması ve kendisinden geriye ismi dışında hiçbir şeyin kalmamasıdır. Bu meselenin daha ılımlı bir açıklaması ise, sâlikin bu yolda ilerleyip de Allah dışında hiçbir varlık görmediği makama varmasıdır. Yani onun gözünde bütün varlıkların Allah’ta yitmesi. Daha doğru bir tabirle, tıpkı zayıf bir ışığın güneşin ışığında kaybolması gibi, her şeyin Allah’ta yittiğini görmesi.
Sonuç itibariyle irfanı savunan ve reddedenlerin tartışma konusu olan bu ve benzeri konularda reddeden kesim genellikle aklî deliller kullanarak ve aklî verileri esas alarak ariflerin iddia ettiği konuları reddetmeye çalışıyor. Buna karşın savunan kesim, işin nihayetinde bu tür konuların akıl ötesi konular olduğunu savunarak bu konulara aklî açıklama getirmekten kaçınıyor.
Bu sebeple bu tartışmalar sonucunda şöyle bir temel soru doğuyor:
Acaba aklın değerlendiremediği gerçekler var mıdır? Burada kısaca şunu söyleyebiliriz: Aklın işi her ne kadar kavramlar olsa da, Allah’ın varlığı bir yana diğer varlıkların zatına varmak bile her ne kadar akıl alanının dışında olsa da aklın ‘selbî’ veya ‘icabî’ hükümleri çok açık olursa veya ‘bedihî’ bir hükme dayanırsa, kesinlikle inkar edilemez hale geliyor ve kavramlar yoluyla dışarıdaki varlıklara tatbik ediliyor. Öyle ki bu hükümlerin yanlış olduğunu düşünmek kesinlikle çelişkiyle sonuçlanır. Felsefî anlatımla, aklın işi varlığın özüne varmak olmasa da aklın varabildiği yüzeysel varlık marifetinin itibarında hiçbir şüphe olamaz.
Vahdet-i vücut meselesine gelince, yüce Allah dışındaki varlıkların varlığını reddetmek ve kesreti hiçbir şekilde kabul etmemek, sadece aklî hükümleri reddetmekle kalmıyor, insanın sahip olabileceği bütün huzûrî ilimleri ve insanın bütün fiillerini ve eylemsizliklerini reddetmekle sonuçlanıyor. Bu durumda keşif ve şuhûd için herhangi bir itibar ve değer söz konusu olamaz; zira onun en büyük delili, huzûrî olmasıdır.
Dolayısıyla “vahdet-i vücut” meselesi bu tür bir açıklamayla kesinlikle kabul edilemez. Ancak bu mesele için Molla Sadra’nın Hikmet-i Mütealiye’de getirmiş olduğu açıklamayı kabul edebiliriz. Bu açıklamanın özeti şöyledir:
“Var edilmiş olan varlıkların varlığı, onu var edenin varlığıyla ilgili ve bağlantılıdır. Daha doğru bir ifadeyle bağlantı ve ilginin ta kendisidir. Yani kendi başına değildir ve hiçbir bağımsızlığı yoktur.”
Arif’in vardığı gerçek de budur zaten. İşte diğer varlıkların bu türden olan bağımsızlığının reddedilmesi, ‘hakiki vahdet-i vücudun reddedilmesi’ olarak adlandırılır. Burada sorumuzu şu şekilde değiştirebiliriz:
Acaba aklın hükmünü keşif ve huzûrî ilmin önüne geçirebilir miyiz? Diğer bir deyişle husûlî türden bir ilim olan aklî verilere dayanarak huzûrî türünden ilimlerin itibarını sorgulayabilir miyiz?
Bu sorunun cevabı olarak şöyle diyebiliriz: Saf huzûrî ilimler, gerçekte gerçeğin ta kendisini bulmaktır. Dolayısıyla gerçekliliği sorgulanamaz. Ancak huzûrî ilim, genellikle husûlî ilim türünden olan zihinsel açıklamalarla birliktedir. Bu ikiliyi birbirinden ayırmak çok titizlik gerektiren bir iştir ve “her birinin hükümlerinin diğerine isnat edilmemesi” konusunda çok dikkat edilmelidir. Bu arada hata payı olan ve zaman zaman aklî delillerle reddedilen şey, işte bu husûlî ilim türünden olup da söz konusu huzûrî ilmi anlatan zihinsel açıklamalardır. Bazen arif, müşahede ettiği ve huzûrî olarak bulduğu gerçeğe yanlış bir zihinsel açıklamayla izah getirmeğe çalışıyor. İşte bu gibi durumlarda hata içeren şey, huzûrî olarak algılanan gerçek değil, o yöndeki husûlî verilerdir.
Vahdet-i vücut konusunda ise, arif tarafından müşahede edilen şey bağımsız varlığın yalnızca yüce Allah’a mahsus olmasıdır. Ancak bir müsamaha ile bunun için ‘vücûd-i hakiki’ deniliyor ve buna dayanarak diğer varlıkların hakiki varlığı reddediliyor. Ancak insan için gerçekleşebilen huzûrî ilim ve ‘mükaşifeler’ konusunda büyük arifler bu tür olayların kimi durumlarda şeytanî ve itibardan yoksun olduğunu açıkça ifade etmişlerdir. Bu türden mükaşifeler birtakım karinelerle fark edilebilir ve nihayetinde kitap ve sünnetin kesin delilleriyle doğruluğu ölçülebilir.
Ayetullah Muhammed Taki MİSBAH
Tarih: 11-01-2024