İrfanî Öğretilerdeki Tahrifler ve Sapmalar - 3
Bismillahirrahmanirrahim
…
İnziva Düşüncesi Batıl Bir Düşüncedir
Hasan Basri’nin düşünce yapısına sahip olan insanlardan başlamış olan ve bir örneğini Osman b. Maz’un’da da gördüğümüz yanlış düşüncelerden birisi, irfanı “inzivaya çekilmek, toplumdan ve insanlardan uzak durmak ve bir köşeye çekilip tüm vaktini ibadet ve zikirle geçirmek” olarak görmektir.
Bu düşünce yapısındaki insanların delili ise, Allah’a ancak kalbî bir yaklaşımla yakınlık kazanılmasıdır. Yani insanın yüce Allah’a olan kalbî yakınlığı ne kadar fazlaysa, o kadar Allah’a yakındır. Bu sebeple Allah’a daha fazla yakınlık kazanmak isteyen insanlar, diğer insanlar ve tüm dünyevî işlerden uzak durup, engel sayılabilecek tüm bağlardan kopmalı ve bir köşede tüm vaktini zikir ve ibadetle geçirmelidir. Bunun sayesinde zamanla ve aşamalı olarak tüm kalbî yönelişleri Allah’a olacaktır ve Allah’a tam bir yakınlık kazanmış olacaktır.
Bu düşünce yapısına sahip insanlara şöyle demeliyiz: Evet, kalben Allah’a yönelmek insanı Allah’a yakınlaştırıyor; ancak burada bahsettiğimiz şey, kalbin yalnızca bir boyutudur ve insan yalnızca bu boyuttan ibaret değildir. Allah’a yakınlık kazanmak konusundaki ana ölçü, kulluktur ve (eksiksiz bir yakınlık kazanmak için) kul olmak özelliği insanın tüm boyutlarını kapsamalıdır. İnsanın her bir organı kendine has kulluk gerektiriyor. Kulluk, insanın gözünde, kulağında, elinde, ayağında dilinde ve ayrıca kalbinde olmalıdır.
Evet, kalbin kulluğu sürekli Allah’ı gözetmektir; ancak insan, kalpten ibaret değildir ve kalbin tek işi de gözetmek değildir. İnsanın kalbi aynı zamanda iman, şefkat, sevgi, öfke ve diğer birçok şeyin yuvasıdır. Bir şeye yönelmek ve bir şeyi göz önünde tutmak kalbin yalnızca bir boyutudur ve kalbin yapabileceği işlerin birisidir yalnızca.
Evet, bu iş çok önemlidir ve diğer ibadetlerin ruhudur aynı zamanda. İbadetlerin değeri, ibadet edenin şaibesiz temiz niyeti ve kalbin Allah’a yöneldiği ölçüdedir. Ancak burada bahsettiğimiz “Allah’a yönelmek” işi, kendisini diğer organlarda da göstermelidir. Bunun anlamı, “hiçbir şey görmemek için, hiçbir şey duymamak için, hiçbir şeye yönelmemek için elini kolunu gözünü kulağını kapatıp bir köşede ibadet etmek” değildir.
Evet, hadislerde açıkça ifade edildiği gibi ve Hz. Resulullah’ın (s.a.a) ve pak Ehlibeytin (a.s) sünneti olduğu gibi, insan gecenin bir saatinde, diğer insanların uykuda olduğu sessiz vakitte kalkıp da vaktinin bir bölümünü Allah’a kalbi yakınlık kazanmak için ibadetle geçirirse, bu, farz yükümlülüklerle çakışmadığı sürece çok güzeldir. Allah sevgisi iddiasında samimi olduğunu söyleyen bir insan, gecenin bir vaktinde, gecenin son üçte birinde sıcak yatağından ayrılıp namaz kılarsa, secdeye kapılıp bütün her şeyden koparak yalnızca ve yalnızca Allah’a yönelirse, işte bu insan samimidir.
Ancak şunu bilmek lazım ki gece ve seher vakti ibadetleri her ne kadar Allah’a yönelmek için en güzel yollardan biri olsa da insanın tüm hayatı geceyle sınırlı değildir ve İslam, kesinlikle “gece sabaha kadar ibadet edip de sabah akşama kadar dinlenin” demiyor. Bu insan ne zaman ilim ve bilgi peşinde gitmelidir? Ne zaman Allah yolunda cihat edip insanları iyiliklere davet edecektir ve kötülüklerden sakındıracaktır? Ne zaman geçimini sağlamak için ve fakirlerin elinden tutabilmek için helal rızık peşinde gidecektir? Acaba irfan, “gece sabaha kadar ibadet edip de sabah akşama kadar dinlenmek ve günah işlememiş olmakla avunmak” anlamında mıdır? Diyelim ki birisi bu yöntemle hiçbir günaha bulaşmamayı başardı; acaba bu insanın bu yöntemle günahtan uzak durması bir değer sayılabilir mi? İrfan konusunda bu tür düşüncelere sahip olan insanların bir kısmı şöyle düşünüyor: İnsan, bu yöntemle ilerlerse belirli bir süre ibadet ve zikirle geçirdikten sonra Allah’a ulaşıyor ve “insan-ı kâmil” makamına varıyor. İşte bu süre sonrasında bütün zorunluluklar onun üzerinden kalkıyor ve artık hiçbir farz veya haram onun için söz konusu değildir.
Acaba gerçekten böyle midir? Bu mesele bu kadar basitse, neden bu yolu bizden daha iyi bilen peygamberler (a.s) ve imamlar (a.s) kendilerini onca sıkıntılara atıyorlardı? Bu mesele böyleyse, neden İmam Hüseyin (a.s) Kerbela çölüne gidip de kendi canından olacağına, bütün ailesi katillerinin eline esir düşeceğine bir köşeye çekilip de ibadet etmeyi seçmedi? Neden bunu yapmadı?
İşte İslam’ı Hz. Peygamber’den (s.a.a) almış olan Ehlibeytin (a.s) hayatına baktığımızda kemale ermek ve hakikate varmak yolunun bu olmadığını anlıyoruz. Seyr u sülûk yolu kapsayıcı olmalıdır ve insanın bütün boyutlarını içine almalıdır.
Tahrif ve Sapmaların İki Ana Sebebi
Varlık âlemi var olduğundan beri günümüze kadar meydana gelmiş olan ve bundan sonra meydana gelecek olan tüm tahrif ve sapmaların iki temel sebebi bulunuyor ve tüm sapmalar bu iki kaynaktan besleniyor.
Birisi “bilgisizlik” ve diğeri ise, “heva ve heveslere uymak”tır. Bazen birileri bilinçli ve kasıtlı bir şekilde bazı konuları yanlış bir şekilde açıklıyor ve bu yanlış açıklamanın yayılması için çalışıyor. Bazen de birileri gerçeklere ulaşamadıkları için bu yanlışlara saplanıp kalıyor. Kısaca bütün yanlış ve sapmaların temelinde ya insanların bilgisizliği var veya insanların art niyeti. Bugüne kadar gerçekleşmiş olan bütün sapmaların temelinde bu iki şey var ve üçüncü bir şey düşünülemez.
“Nehcü’l Belağa” kitabında Hz. Ali’nin (a.s) şöyle buyurduğu nakledilmiştir: Bütün fitnelerin başlangıcı peşinden gidilen nefsanî istekler ve kendinden çıkarılmış hükümlerdir. [1]
Bidatlerin temelini atan kişiler menfaatlerini bu bidatlerde arayan kişilerdir ve bu vesileyle nefsani isteklerine ulaşmayı hedefliyorlar veya gerçekte kötü niyetli olmayan insanlardır ve herhangi bir sapma yaratmak istemiyorlar; ancak cahillikleri yüzünden sapmaların temelini atan insanlara dönüşüyorlar. Dünya var olduğu günden beri hiçbir ümmet bu iki sapma etkeninden tamamen korunamamıştır ve bu durum dünyanın sonuna kadar devam edecektir. Bunun sebebi ise, bu dünyanın sınama alanı olmasıdır.
“Gerçek şu ki, biz insanı katışık bir nutfeden (erkek ve kadının dölünden) yarattık; onu imtihan edelim diye.” [2]
İmtihan ise ancak insanın önünde iki seçenek olup da birisini seçme özgürlüğüne sahip olmasıyla gerçekleşiyor. Bu sebeple insanın imtihanı, ancak her zaman insanın önünde iki yol, yani hayır ve şer yolu, hidayet ve sapma yolu açık olduğu sürece anlamını koruyabiliyor ve ancak bu durumda gerçek bir imtihan sayılabilir.
Sonuçta Müslümanlar dâhil, bütün milletler bu iki etkenden kurtulamamıştır ve kurtulamayacaktır da. İslam tarihi boyunca birileri bilgisizlik yüzünden sapma yoluna ayak basarken birileri de nefsani isteklerini bu sapma ve saptırmalarda gördüğü için İslam’da türlü yanlışlar oluşmasına sebep olmuştur. İslam tarihinin başından beri ve Hz. Peygamber’in (s.a.a) hayatı döneminde dahi birilerinin menfaatleri İslam’ın getirdiği bazı kurallarla çelişiyordu. Bu insanlar bazen bu durumu bir itiraz şeklinde Hz. Peygamber’e (s.a.a) söyleyecek kadar küstahlaşabiliyordu. Oysa Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamber’in (s.a.a) açık ifadesinde yer aldığı üzere Hz. Peygamber (s.a.a) kesinlikle dinî konularda kendi başına konuşmazdı ve söylediği her şey Allah tarafındandı.
“Kendi hevasından konuşmaz. O ancak kendisine vahyedilen bir vahiydir.” [3] İşin şaşırtıcı yönü ise, aynı kişilerin daha sonra Hz. Peygamber’in (s.a.a) yerini doldurmak üzere aday olması ve onun yerine oturmasıdır. Günümüzde ise, Müslümanların çoğu bu kişileri Hz. Resulullah’ın (s.a.a) yerine geçen seçkin insanlar olarak tanıyor.
Hz. Peygamber’den (s.a.a) sonra işin başına geçen bu yapıdaki insanlar, Allah’ın hükümleri ve İslamî öğretilerle ilgili bidatlerin temelini attılar. Hz. Peygamber’in (s.a.a) hemen akabinde yapılan bu değişiklikler, Müslümanların inanç, hükümler ve toplumsal ve bireysel davranışlar konusunda ciddî ihtilaflar yaşanmasına sebep oldu. Ehlibeyt’in (a.s) yaşadığı sıkıntılar ve onlara reva görülen zulümler de buradan kaynaklandı. Ancak Ehlibeyt (a.s) sahip oldukları ilahi tedbir ve düşünceyle ve gösterdikleri büyük sabır ve metanetle iki buçuk asırlık bir süre içinde İslam’ın temellerini toplumda oturtabildiler ve İslam’ın ana temellerinin dağılıp da yok olmasını önleyebildiler. Ehlibeyt’in (a.s) dâhice önlemleri ve okyanus misali sabrı olmasaydı, İslam dini ilk on yıllarda tamamen yok olurdu ve günümüzde İslam’dan eser kalmazdı.
Sonuçta İslam tarihi boyunca kimileri bilinçli bir şekilde İslam’da birtakım sapmalar yarattılar ve kimileri de bilinçsizlikleri yüzünden birtakım sapmalara sebep oldular. İnsanların bilinçsizliği ise bazen doğal sebeplerden kaynaklanmış ve bazen de art niyetli insanların önceden tasarladığı birtakım hazırlıklar sonucu meydana gelmiştir. Ayrıca bilinçsizlik seviyesi de her zaman aynı olmamıştır ve gerçekleştirilen yanlış ve inhiraflar da insanların bilinçsizliği oranında derinlik kazanmış veya hafif bir hal almıştır.
Nihayetinde bu sapmaların bir bölümü “Allah’a yakınlık kazanmak yöntemleri ve irfan” diye adlandırılan konuda gerçekleştirilen sapmalardır. Burada da birileri bilinçli olarak kendilerinden birtakım yanlış yöntemler uydurmuştur ve birileri de bilinçsizce bu yöntemlerin peşinden giderek bu yöntemlerin kendine yer edinmesine vesile olmuştur. Bu yanlış ve batıl yöntemler asırlar boyunca bir nesilden diğerine intikal etmiştir. Bunun bir sonucu olarak günümüzde birbirini reddeden ve sadece kendisini hak üzere gören türlü fırka ve düşünce tarzlarına şahidiz. Bu arada doğruyu ve yanlışı birbirinden ayırmak için pek çaba gösterilmiyor ve herkes kendindeki inançla avunup onunla yetiniyor. Bu meydanda genellikle insanların kavmiyet taassubu her şeyin önünde geçiyor ve her fırka kendi sahip olduğu anlayış tarzını savunup da diğer anlayış tarzlarını bir şekilde reddetmeye çalışıyor. Oysa bu insanlar gerçekten hakikatin peşinde olsalardı ve gerçekten Allah’a yakınlık kazanmak isteselerdi, doğru bir yöntemi esas alarak hakkı batıldan ayırmalılardı ve bu şekilde kendilerini sapkınlıktan kurtardıkları gibi, diğer insanların da daha fazla sapkınlığa sürüklenmesine vesile olmazlardı.
…
Ayetullah Muhammed Taki MİSBAH
-----------
[1]- Nehcül-Belağa, Hutbe: 50.
[2]- İnsan, 2.
[3]- Necm, 3 ve 4.
Tarih: 29-02-2024