içerik yükleniyor...Yüklenme süresi bağlantı hızınıza bağlıdır!

İslam’da İrfan Konusu

İslam tarihinde öteden beri “irfân” ve “tasavvuf” adıyla birtakım eğilimler vardır ve bunlar hicri dördüncü ile sekizinci asırlar boyunca İran ve Türkiye gibi birçok İslami ülkelerde zirveye ulaşmıştır.

İslam’da İrfan Konusu

Bismillahirrahmanirrahim

Günümüzde birçok tasavvuf kanadı dağınık bir şekilde bütün İslam coğrafyasında ve özellikle Kuzey Afrika ülkelerinde varlığını sürdürüyor. İslam’daki bu tür eğilimlerin benzerlerini diğer dinlerin tarihinde de görebiliriz. İşte bu benzerliği göz önünde bulundurduğumuzda şöyle bir soru akıllara geliyor: Acaba İslam’da “İslami irfan” diye bir şey var mı? Acaba Müslümanlar irfanı diğer dinlerden mi aldılar ve günümüzde “İslami irfan” diye var olan şey gerçekte İslam’ın değil de Müslümanların irfanı mıdır? Gerçekte İslam dini “irfan” adlı bir şey getirmişse bile acaba bu, bugünkü irfanla aynı irfan mıdır, yoksa zamanla değişimlere uğramış mıdır?

 

Bu soruların cevabı olarak kimileri irfanın İslam’daki yerini tamamen yalanlayarak irfanı sonradan çıkarılmış batıl bir bidat olarak kabul etmişlerdir. Kimileri ise irfanı, İslam dışı, ancak İslam’la uyum içinde bir bulgu olarak kabul etmişlerdir. Bir görüşe göre ise “tasavvuf” buradaki ikinci görüşe uygun bir bulgudur. Bu görüşü savunanlar tasavvufu Hristiyanlıktaki ruhbaniyete benzeterek, olumlu bidat olarak kabul etmişlerdir. Kur’an-ı Kerim ruhbaniyet konusunun Hristiyanlıkta ve yüce Allah’ın Hz. İsa’ya (a.s) indirmiş olduğu dinde olmadığını ve havariler tarafından çıkarıldığını açıkça ifade ediyor; bununla birlikte bu olayı reddetmiyor. Kur’an-ı Kerim şöyle buyuruyor:

“Uydurdukları ruhbanlığa gelince, onu biz yazmadık. Fakat kendileri Allah rızasını kazanmak için yaptılar.” [1]

 

Üçüncü bir gruba göre ise irfan, İslam’ın bir parçası olmakla kalmayıp İslam’ın özü ve ruhudur. Bu görüşe göre irfan, aynen İslam’ın diğer parçaları gibi Kur’an-ı Kerim ve Hz. Resulullah’ın (s.a.a) sünnetinden alınmıştır ve kesinlikle diğer dinlerden alındığı düşünülemez. İslam’daki irfanla diğer irfanlar arasındaki benzerlik ise, bu irfanın diğer dinlerden alındığına delil olamaz. Nitekim İslam’daki birtakım dinî kuralların diğer dinlerle benzerlik taşıması bu öğretilerin diğer dinlerden alındığına delil oluşturmaz.

 

Bence son görüş daha uygundur; ancak irfanın İslam’da asil bir yere sahip olması, İslam dünyasında “irfan” ve “tasavvuf” adına var olan bütün eğilimlerin doğruluğu anlamına gelmez. Nitekim İslam dâhilindeki birtakım grup veya kişilerin tüm eğilim ve inançlarını İslami birer inanç veya davranış olarak kabul etmek mümkün değildir. Aksi halde İslam’ı tamamen zıt inançlar olarak tanımlamalıyız veya birbirine zıt İslamların varlığını onaylamalıyız.

 

Biz burada asil İslami irfanın varlığını onaylarken ve Hz. Peygamber (s.a.a) ve onun hakiki halifelerini bu irfanın zirvesinde görürken, Müslüman arif ve sûfîler içindeki İslam dışı unsurların varlığını inkâr etmiyoruz; tasavvuf ehli grupların birçok düşünce ve davranışlarını tartışılabilir birer düşünce ve davranış olarak görüyoruz.

 

Kur’an-ı Kerim’in ayetleri, Hz. Peygamber (s.a.a) ve onun pak Ehli Beyti’nin (a.s) buyruklarını dikkatle inceleyenler kesinlikle nazarî irfanla ilgili, irfanî seyr u sülûk yöntemleri ve adabıyla ilgili birçok değerli ve ince bulgulara rastlayacaklardır. Örneğin “zatta, sıfatta ve fiilde tevhid” konularına işaret eden İhlas Suresi’nin ayetleri, Hadid Suresi’nin ilk ayetleri ve Haşr Suresi’nin son ayetlerini örnek gösterebiliriz veya bu surenin yüce Allah’ın tüm varlık âleminde hazır olduğunu, bütün varlığa egemen olduğunu ve bütün varlıkların tekvini olarak tesbih halinde olduğunu ifade eden ayetlerine işaret edebiliriz.

 

Ayrıca Kur’an-ı Kerim’de, seyr u sülûk yöntemi olarak kabul edebileceğimiz birtakım yöntemler ve kurallar açıklanmıştır. Örneğin tefekkür ve düşünmekle ilgili ayetler, daimi teyakkuz ve mütezekkir olmakla ilgili ayetler, teheccüd ve gece ibadetleriyle ilgili ayetler, oruç tutmakla ilgili ayetler, gece boyunca uzun secde ve zikirler yapmakla ilgili ayetler, huşu ve tevazu ile ilgili ayetler, Kur’an-ı Kerim’in ayetlerini duyunca secdeye kapılmak ve gözyaşı dökmekle ilgili ayetler, ibadetlerde ihlas sahibi olmakla ilgili ayetler, yalnızca Allah rızası ve ilahi aşkın bir getirisi olarak iyiliklerde bulunmak, tevekkül etmek ve Allah’a karşı rıza ve teslimiyet taşımakla ilgili ayetler.

 

Kur’an-ı Kerim’in ayetlerine ilaveten hadis kaynaklarımızda konuyla ilgili Hz. Peygamber (s.a.a) ve Ehlibeyt’in (a.s) buyrukları veya dua şeklinde sayamayacağımız kadar çok kaynak mevcuttur. Ancak burada da diğer birçok konuda olduğu gibi bu ve benzeri ayet ve hadisler konusunda kimileri tefrit yolunu seçerken kimileri de ifrat yolundan gitmişlerdir.

 

Birinci grupta yer alanlar çok dar ve yüzeysel bir yaklaşımla bu tür ayet ve hadislerin içini boşaltıp da sahip oldukları yüce anlamları bu ayet ve hadislerden almaya çalışmışlar ve çok yüzeysel bir anlam yüklemeye çalışmışlardır. Öyle ki yüce Allah için bile “cismani iniş ve yükseliş” gibi değişkenlik gerektiren birtakım haller yüklemeye çalışmışlardır.

 

İşte bu yaklaşıma sahip olan insanlar İslam’da “irfan” adında bir şey olduğunu kökten reddeden insanlardır. Diğer yandan karşı cephede yer alanlar, birtakım sosyal etkenlerin etkisi altında kalarak ve birtakım yabancı unsurları işin içine katarak dinî kaynaklarımız ve kitap ve sünnetten alındığını söyleyemediğimiz birtakım inançlara bürünmüşlerdir. Öyle ki bu inançların bir kısmı yorum ve tevile yer bırakmayacak kadar açık bir şekilde Kur’an ve sünnete aykırıdır. Bu düşünceye sahip insanlar bir yandan kendilerinden birtakım ameller çıkarıyor veya diğer inançlardaki âdet ve örflerin taklitçiliğini yaparken, diğer yandan “ârif” makamına eren kişiden bütün dinî yükümlülüklerin kalktığına inanıyorlar.

 

Bu tür bir düşünceye sahip olanlara cevap olarak şöyle demeliyiz: Allah’a yakınlık konusunda Hz. Peygamber (s.a.a) ve Hz. Ali’den (a.s) daha yakını düşünülemez. Ancak bu kişiler hayatlarının sonuna kadar diğer insanlardan bir adım önde olacak şekilde ibadetlerini yerine getirmişler ve her zaman bu konuyu önemsemişlerdir.

 

Bütün “tasavvuf ehli ve ârif” diye bilinenlere aşırı iyimser bir yaklaşımla bakanlar bu tür eğilimler için birtakım yorum ve tevillere başvurmuş olsalar da gerçek şu ki en azından bu tür eğilimlerin bir bölümü hiçbir şekilde kabul edilemez. Genel olarak ilmî ve irfanî şahsiyetlerin yüceliğine kapılıp da bu insanların bütün doğrularına gözü kapalı bir şekilde inanmak veya bu insanları “eleştirilemez insanlar” bilmek yanlıştır. Ancak bu insanların eleştirilebilir olduğuna inanmak, bütün ölçüsüz, basit veya taassuplara dayalı düşünceleri onaylamak veya bu insanların olumlu yönlerini görmezden gelmek anlamında değildir.

 

Sonuçta insan, her zaman hak ve hakikat peşinde olmalı; adalet ve insaf yolunda ilerlemeli; delilsiz, mesnetsiz, olumsuz bakışlardan uzak durmalı ve hakkı bulup da haktan ayrılmamak için Allah’tan yardım dilemelidir.

 

İrfan ve Şeriat

Burada dikkate alınması gereken diğer bir konu, irfan ile şeriat hükümleri arasındaki bağın niteliğidir. Diğer bir deyimle “tarikat” ile “şeriat” arasındaki bağın niteliği. Kimilerine göre irfan, hakikatlere varmak için İslam dininin onaylamış olduğu veya en azından men etmediği başlı başına bir yoldur. Bu görüşü taşıyanların bir bölümü, irfanî makamlara varmak için esasen hiçbir dine bağlı olmayı bile gerekli görmüyor. Bu görüştekilerin diğer bir bölümü ise, herhangi bir dine bağlı olmayı veya daha ılımlı bir yaklaşımda olanlar ilahî dinlerin birine bağlı olmayı yeterli görmüşlerdir.

 

Burada söylenmesi gereken konu şudur ki İslam’a göre irfan yolu ve irfanî seyr u sülûk, şeriata paralel, şeriat yolunun yanındaki bağımsız bir yol değildir. Aksine aynı yolun daha ince ve daha dikkat gerektiren bir parçasıdır. “Şeriat” tabirini, zahiri hükümlere özgü bir tabir olarak kabul edersek, “tarikat” ve “hakikat” tabirlerini bu gerçeğin paraleli olarak veya içindeki bir gerçek olarak kabul etmeliyiz. Şöyle ki ancak şeriata uyularak tarikat veya hakikate ulaşılabilir. Örneğin şeriat, namazın zahiri yönüne şekil vermekle yükümlüyken; tarikat, namaz kılan şahsın namaz esnasında dikkatini namaza ve ibadete ve daha doğru bir tabirle namazın bâtıni yönü ve kemaliyle yükümlüdür. Şeriat, kulların cehennem korkusuyla veya cennet arzusuyla ibadete yönelmesini istiyor; oysa irfan, kulların niyetlerini Allah rızası dışında bütün niyetlerden temizlemesini istiyor. Yani Ehlibeyt’in (a.s) buyruklarında “hür insanların ibadeti” olarak tanıtılan ibadete yönlendiriyor insanları.

 

Şeriatta şirkten söz ederken kastedilen şey, “şirk-i celî” yeni taş ve benzeri şeylerden imal edilmiş putlara tapmaktır. Ancak tarikatta şirk konusu “şirk-i hafî” ve “şirk-i ahfa” yani gizli ve çok gizli şirk konuları, çok daha incelikle ele alınıyor. Burada, Allah dışındaki varlıklara herhangi bir şekilde ümit bağlamak, Allah dışındaki varlıklardan herhangi bir şekilde korkmak, yardım beklemek veya sevgi duymak (müstakil bir yön taşıyorsa ve ilahi emirler doğrultusunda değilse) bir tür şirk olarak kabul ediliyor. Bu sebeple şeriat ve tarikat yolundan ilerlemek hakikate varmakla sonuçlanmalıdır.

 

İşte bu yolda ilerleyenler için insanların uydurduğu türlü bidat ve ayinler, yardımcı olmak bir yana gerçek irfana varmak için birer ayak bağından başka bir şey değildir. Haram yönü taşımayan ameller bu durumda iken, haram sayılan amellerin durumu çok açıktır. Bu tür işler kişide geçici bir takım irfanî dedikleri hallere sebep olsa da sonuç olarak hüsranla sonuçlanacaktır ve insanı felakete sürükleyen şeytanî tuzaklardan birisidir.

 

Dolayısıyla bu tür yöntemlere inanmamalıyız. Doğru yol, yüce Allah’ın açıklamış olduğu yoldur ve bu yolun dışındaki bütün yollar dalalettir.

“Öyleyse haktan sonra sapıklıktan başka ne var?” [2]

Ayetullah Muhammed Taki MİSBAH

 

----------

[1]- Hadid, 27.

[2]- Yunus, 32.

Tarih: 31-01-2024

FACEBOOK YORUM
Yorum