içerik yükleniyor...Yüklenme süresi bağlantı hızınıza bağlıdır!

İsmetle İlgili Birkaç Şüphenin Cevabı

Peygamberlerin ismeti etrafında yaratılan bazı şüphelere burada cevap verip açıklığa kavuşturmak istiyoruz.

İsmetle İlgili Birkaç Şüphenin Cevabı

Bismillahirrahmanirrahim

1- Masum nasıl ödül hak eder?

Bu şüphelerden biri şudur: “Yüce Allah peygamberleri her nevi hata ve günahtan masun ve masum kılmış olduğuna ve bunun gereğinin de onların vazifelerini yapabilmelerini garantilemek olduğuna göre, aslında bu durumda onlar kendi özgür iradeleriyle herhangi bir ödüle hak kazanmış sayılmamakta, vazifelerini yerine getirip günah ve hatadan uzak durmaları onlara böyle bir puan kazandırmamaktadır. Çünkü Yüce Allah, onlara verdiği masunluk ve masunluğu kime verse, aynı sonucu alabilirdi zaten”.

Bu şüphenin cevabı özetle şöyledir: Masum olmak, vazifesini mecburî olarak yerine getirmek ve günahtan mecburî olarak uzak kalmış olmak demek değildir. Yüce Allah'ın peygamberleri özel olarak koruyup muhafaza etmesinin, onların özgür iradeleriyle davranmasına ters düşmez. Zira her ne kadar bütün olaylar sonuçta Yüce Allah'ın tekvinî iradesinde noktalanıyor ve O'nun özel bir açıklaması hâlinde işlerin O'na mal edilme oranı daha ziyade artmış oluyorsa da ilâhî irade insan iradesinin enleminde değil, boylamındadır. Yani Allah'ın iradesi, insanın iradesinin yerine ikame edilmekte değildir.

Yüce Allah'ın has kulları için temin edip hazırladığı özel imkân, ortam ve şartlar gibi, masumlara karşı da özel lütuflarda bulunması, onların sorumluluğunu aslında daha da artırmaktadır. Sevap ve ecirleri arttığı gibi, muhalefet durumunda çarptırılacakları cezayı artırmaktadır. Her ne kadar masum şahıs, doğru tercihte bulunacağı için hiçbir zaman cezayı hak etmeyecek ve ceza almayacaksa da bu yolla ödülle ceza arasında bir denge kurulmuş olmaktadır. Özel bir nimetten yararlanan herkes için bu dengenin bir benzeri vardır.

Mesela Hz. Resul-i Ekrem'in (s.a.a) ailesinin yakınlarıyla ulema [1] özel ve kritik bir vazife üstlenmişlerdir. Bu nedenle de iyi amellerinin ödülü daha fazla olduğu gibi, eğer günah işleyecek olurlarsa, cezaları da daha ağır olacaktır. [2] Dolayısıyla, yüksek manevî makamlara sahip olanların düşme tehlikesi ve bu tehlikeden duydukları korku daha fazladır.

2- Masumlar neden günah işlediklerini ikrar ederler?

Bir başka şüphe konusu ise, “Peygamberlerle diğer masumların, dua ve münacatlarında da görüldüğü gibi kendilerini ‘günahkâr kullar’ olarak tanımlamaları ve sürekli tövbe ve istiğfarda bulunmalarıdır. Bu ikrar ve itiraflara rağmen onları masum ve günahsız saymak mümkün müdür?” şeklindeki sorudur.

Bu sorunun cevabı şöyledir: Farklı derecelerle kemalin doruğu ve kurb-u ilâhîde bulunan masumlar, kendilerini başkalarından çok daha fazla sorumlu görüyor; Yüce Rablerinden başka bir şeye ilgi duymayı bile büyük bir günah telakki ediyor ve bu nedenle de tövbe ve istiğfarda bulunuyorlardı. Peygamberlerin ismetinin, şu veya bu şekilde günah olarak adlandırılabilecek her şeyden masun oldukları anlamına gelmez ve onların ismeti, farzlarla muhalefet ve fıkhî haramları işleme masuniyetidir.

3- Şeytanın peygamberler üzerinde tasarrufta bulunması, onların ismetiyle bağdaşır mı?

Bir diğer şüphe de şudur: “Kur’an’daki istidlallerden birinde peygamberlerin ismeti konusunda, onların "muhlas"lardan olduğu ve şeytanın onları günaha düşürmekten ümidini kestiği geçiyor. Oysa yine Kur’an-ı Kerim'de, şeytanın peygamberleri etkileyebildiği ima edilmekte ve mesela A'raf suresi, 27. ayette şöyle buyrulmaktadır:

Ey Ademoğulları! Şeytan, anne ve babanızın çirkin yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini sıyırtarak onları cennetten çıkardığı gibi, sakın sizi de bir belaya uğratmasın…

Görüldüğü gibi bu ayette Hz. Adem'le (a.s) Hz. Havva'yı kandırıp cennetten çıkarılmalarını sağlayanın şeytan olduğu buyrulmaktadır, Sâd suresi 41. ayette de Hz. Eyyub (a.s) için şöyle denilmektedir:

Kulumuz Eyyub'u da hatırla. Hani o "herhalde şeytan bana, kahredici bir acı ve azap dokundurdu" diye Rabbine seslenmişti…

Hac suresi 52. ayette de şeytanın bütün peygamberlere telkinde bulunduğu ima edilip şöyle buyruluyor:

Senden önce gönderdiğimiz bütün peygamberler (Resul ve nebiler) bir dilekte bulunduklarında şeytan onların dileklerine bir telkin katardı…

Cevap şudur: Bu ayetlerin hiçbirinde şeytanın, Allah'ın farzlarına karşı peygamberleri muhalefette bulunmaya itebildiği ifadesi yoktur. A'raf Suresi'nin 27. ayetinde ise şeytanın "yasaklı meyve" konusundaki telkini anlatılır. Burada "yasaklı meyve"den yemeye yönelik yasağın haram bir yasak olduğu ifadesi yoktur. Ancak, Hz. Adem'le Hz. Havva'ya "bu meyveden yiyenlerin cennetten çıkarılıp yeryüzüne düşeceği" uyarısında bulunulmuştu. Şeytanın telkin ve vesveseleri onların bu "irşâdî nehy"e [uhrevî cezası olmayan yasak konusunda bilgilendirilip uyarılma] uymamalarına neden olmuştur. Daha da önemlisi, bu sırada içinde yaşadıkları âlem, "dinî görevlerin belirlenmiş olduğu" bir âlem değildi ve henüz herhangi bir şeriat nazil olmamıştı.

Sâd Suresi'nin 41. ayetine gelince: Bu ayette şeytan tarafından Hz. Eyyub'a (a.s) ulaşan acılarla belalara işaret edilmekte olup hazretin (a.s) Allah'ın emir veya yasaklarına karşı çıktığını ima eden hiçbir ifade bulunmamaktadır.

Hac suresi 52. ayette ise, şeytanın bütün peygamberlerin faaliyetlerine sabote girişimlerinde bulunduğu hatırlatılmakta ve onların insanların hidayeti konusundaki arzularının gerçekleşmemesi için şeytanın hep bir şeyler yaptığı vurgulanmaktadır. Ama ayetin hemen akabinde de "Yüce Allah'ın, sonunda şeytanın hile ve oyunlarını hep bozduğu ve daima hak dinini kalıcı kıldığı" da hatırlatılmaktadır.

4- Bazı peygamberlere yakılan yalan iftirası

Bir başka şüphe ise, Kur’an-ı Kerim'de bazı peygamberlerin yalan söylediğinin geçtiği konusunda öne sürülen şüphedir. Buna göre Sâffat Suresi'nin 89. ayetinde Hz. İbrahim'in (a.s) hasta olmadığı hâlde "Ben hastayım" dediği, Enbiya suresi 63. ayette yine Hz. İbrahim (a.s) putları kırdığı hâlde bunu büyük putun üzerine atarak, "Bunu şu büyükleri yapmıştır.", Yusuf suresi 70. ayette, Hz. Yusuf'un (a.s), kardeşlerini hırsızlık etmediği hâlde "Ey kafile! Sizler gerçekten hırsızsınız." diyerek onu hırsızlıkla suçladığı ifadeleri ismetle çelişmektedir.

Cevap şudur: Bazı rivayetlerde de açıklandığı gibi, bu tür sözlerde başka anlam kastedilmekte olup "tevriye" vardır ve daha önemli maslahatlar gözetilmek için sarf edilmiştir. Bazı ayetlerde bu sözlerin ilâhî bir ilhamla söylendiğinin işaretleri de vardır. Nitekim Hz. Yusuf'un (a.s) söz konusu olaydaki tavrı hakkında "İşte biz Yusuf için böyle bir plân düzenledik." buyrulmaktadır. Bir hakikatin ortaya çıkması için hesaplanarak söylenen bu tür sözler günah olmayıp ismete de aykırı değildir.

5- Hz. Musa'nın (a.s) Kıptî'yi öldürmesi

Kur’an’da Hz. Musa'nın (a.s) kıssası anlatılırken onun, İsrailoğulları'ndan biriyle kavga eden bir Kıptî'yi öldürdüğü, bu nedenle de Mısır'dan kaçtığı ve daha sonra peygamberlikle görevlendirildiğinde Firavun'la adamlarına davette bulunması emredildiği zaman Yüce Allah'a "…Onların, bana karşı davasını savunacakları bir suçum var." diye arz ettiği [3] ve Firavun'un karşısına çıktığında onun kendisine bu cinayeti hatırlatması üzerine "ben o zaman şaşkınlardandım." cevabını verdiği [4] geçer. Bu olay, peygamberlikten önce bile olsa, bir peygamberin ismetiyle bağdaşır mı?

Cevap şudur: Bu olay kasıtlı olarak vuku bulmamış ve Kıptî adam, kavgayı önlemek isteyen Hz. Musa'nın (a.s) onun göğsüne vurduğu bir yumruk darbesiyle hemen ölmüştür. İkincisi, Hz. Musa (a.s) kendisinin suçlu olduğunu söylemiyor, Firavun hükümetince suçlu sayıldığını söylüyor. "Ben onların nazarında bir katil ve suçluyum. Bu nedenle kısasta bulunup beni ölüme mahkûm edebilirler" diyor. "Ben o zaman şaşkınlardandım" sözü ise, Firavun'la adamlarına karşı ya uzlaşma sağlamak amacıyla söylenmiştir ve "tutalım ki ben o sırada bilemeden bir şey yaptım; ama şimdi Allah beni hidayet etmiş, bana doğru yolu göstermiş ve apaçık delillerle size göndermiş bulunuyor" denilmektedir; ya da "şaşkınlardandım" denilirken işin bu noktaya varacağını (ayırmak için iteklemek istediğim adamın öleceğini) bilmiyordum" denilmek istenmektedir. Ancak, her hâlükârda, sonuç itibariyle bu olayda Hz. Musa'nın (a.s) Allah'ın farzlarına veya haramlarına karşı herhangi bir muhalefeti söz konusu dahi değildir.

6- Hz. Resulullah, peygamberliğinden şüphe etmekten sakındırılmıştır

Yunus Suresi'nin 94. ayetinde Hz. Resulullah efendimize (s.a.a) hitaben "Eğer sana indirdiğimizden kuşkudaysan, senden önce Kitab'ı okuyanlara sor. Andolsun, Rabbinden sana gerçek gelmiştir. Şu hâlde kuşkuya kapılanlardan olma." buyrulmakta, Bakara, 147, Âl-i İmrân, 60, En'âm, 114, Hud, 17, Secde, 23 gibi ayetlerde de Hz. Resulullah'a (s.a.a) şüpheye kapılmaması söylenmektedir. Bu durumda "vahiy alanın, aldığı vahiyden kesinlikle şüphelenmediği" söylenebilir mi?

Cevap şudur: Bu tür ayetler, Hz. Resulullah'ın (s.a.a) herhangi bir şüpheye kapıldığına delalet etmemekte, bilakis hazretin (s.a.a) peygamberliğinde, Kur’an-ı Kerim'in ve muhtevasının hakkaniyetinde şüphe bulunmadığını bilhassa vurgulamakta ve günümüzün tabiriyle "kızım, sana diyorum; gelinim, sen işit!" denilmektedir.

7- Hz. Resulullah'ın (s.a.a) günahları affedilmiştir

Kur’an-ı Kerim'de Hz. Resulullah'a (s.a.a) günah isnadında bulunulup Allah'ın bunları affettiği buyrulmakta ve "…öyle ki, Allah, senin geçmiş ve gelecek her günahını bağışlasın…" denilmektedir [5].

Cevap şudur: Bu ayette sözü edilen "günah", hicretten önce ve sonra, müşriklerin "sen bizim ilâhlarımıza hakarette bulundun." diyerek kendi akılları ve dinlerince Hz. Resulullah'a (s.a.a) yakıştırdıkları günahtır. "Bu günahın bağışlanması" tabirinden maksat da daha sonra bunun getirebileceği muhtemel iz ve etkilerin giderilmesidir. Bu tefsir ve yoruma gösterilebilecek en açık delil de bizzat bu ayetlerde, söz konusu günahların artık bağışlanmış olmasının nedeni olarak "Mekke'nin fethi"nin gösterilmesi ve "Şüphesiz, biz sana apaçık bir fetih verdik…" buyrulmasıdır. Buradaki "günah"ın, dinî literatürde bilinen anlamdaki günah olması hâlinde, bu günahın bağışlanma sebebi olarak "Mekke fethinin" gösterilemeyeceği apaçık ortadadır.

8- Hz. Resulullah Allah'tan değil, insanlardan çekinmiştir

Kur’an-ı Kerim, Hz. Resulullah'ın (s.a.a) evlatlığı olan Zeyd'in boşadığı eşiyle Hz. Resulullah'ın (s.a.a) evlenmesini anlatırken "…insanlardan çekiniyordun, oysa Allah, kendisinden çekinmene çok daha layıktı…" buyurmaktadır. [6] Böyle bir tabirin ismet makamıyla bağdaşması mümkün müdür?

Cevap şudur: Cahiliyet döneminde evlatlık, öz evlat sayılıyordu. Bu nedenle de onun dul eşi, babalığıyla evlenemezdi. Hz. Resulullah (s.a.a) bu yanlış ve batıl geleneğin değiştirilmesi için, evlatlığının dul eşiyle evlenmesi konusunda bizzat Yüce Allah'tan aldığı emrin; henüz iman ve inançları zayıf olan toplum tarafından "kendisinin şahsî eğilimi" şeklinde yorumlanmasından ve bu nedenle de onların İslâm dininden çıkmasından korkuyordu. Yüce Allah bu ayette Hz. Resulullah'ı (s.a.a) bilgilendirmekte ve bu yanlış geleneğin yıkılmasının çok önemli olduğunu belirterek, peygamberine, bu bâtıl gelenekle mücadele için bizzat kendisinin önayak olmasının "Allah rızası" ve "Allah korkusu"na daha uygun düşeceğini ve bunun karşısında "el âlem ne der?!" kaygısının önemli olmadığını açıklamaktadır. Dolaysıyla, bu ayette Hz. Resulullah'a (s.a.a) karşı hiçbir "kınama" yoktur, "bilgilendirme" vardır.

9- Kınama ismetle bağdaşır mı?

Kur’an-ı Kerim'de bazı yerlerde Hz. Resulullah (s.a.a) zahiren kınanmaktadır. Mesela bazılarının savaşa katılmamalarına izin verdiği için ayette "Allah seni affetsin; doğru söyleyenler sana açıkça belli oluncaya ve yalancıları öğreninceye kadar niye onlara izin verdin?" buyrulmakta [7]; bazı eşlerinin memnuniyeti için, bazı helalleri kendisine haram kılması (tahrim) konusunda da "Ey peygamber! Eşlerinin hoşnutluğunu isteyerek, Allah'ın sana helal kıldıklarını niçin haram kılıyorsun?" denilmektedir [8]. Bu tür kınamalar ismetle bağdaşır mı?

Cevap şudur: Bu tür hitaplar aslında "kınama kalıbında methetmek"tir ve Hz. Resulullah'ın (s.a.a) ümmetine karşı beslediği fevkalade şefkat ve merhamete delalet etmekte; Peygamber efendimizin münafıklarla kötü niyetlilere bile iyi davrandığını; onların sırrını ifşa etmediğini; eşlerinin gönlünü hoş tutmak için kendi meşru ihtiyaçlarından vazgeçtiğini ve mubah bir şeyi yeminle kendisine haram kıldığını göstermektedir. Bu ise (haşa) Peygamberimizin (s.a.a) Allah'ın hükmünü değiştirmesi değildir, efendimiz hiçbir helali insanlara haram ilân etmemiştir.

Bu tür ayetler gerçekte rahmet peygamberi Hz. Resul-i Ekrem'in (s.a.a) kâfirlerin hidayet bulması için gösterdiği insanüstü çaba, fedakârlık ve şefkatin belgesidir: "Onlar iman etmeyecekler diye neredeyse kendini kahredeceksin…" [9] Hz. Resulullah'ın (s.a.a) Yüce Rabbine itaat ve ibadet için katlandığı fevkalade sıkıntı ve zorluklara işaret eden ayetlerde de bu tür tabirler vardır: "Tâ-hâ. Biz sana bu Kur’an’ı güçlük çekmen için indirmedik." [10] Bu tür ayetlerdeki söz konusu tabir ve edebî stil, Peygamber efendimizin (s.a.a) masumiyetine kesinlikle aykırı değildir.

 

Muhammed Taki Misbah

 

------------

[1]- Kur’an-ı Kerim bu konuda şöyle buyuruyor: "Ey Peygamber'in kadınları! Sizden kim açık bir utanmazlıkta bulunursa, onun azabı iki kat olarak arttırılır. Bu da Allah'a göre pek kolaydır. Ama sizden kim Allah'a ve Resulüne gönülden itaat eder ve salih bir amelde bulunursa, ona ecrini iki kat veririz. Ve biz ona üstün bir rızk da hazırlamışızdır. Ey Peygamber'in kadınları! Siz kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz. Eğer sakınıyorsanız artık sözü çekicilikle söylemeyin ki sonra kalbinde hastalık olan kimse tamah eder. Sözü örfe uygun şekilde söyleyin." Ahzab, 30-32).

[2]- Rivayette şöyle buyrulur: "Âlimin bir günahı bağışlanmadan önce, cahilin yetmiş günahı bağışlanır."

[3]- Şuarâ, 14.

[4]- Şuarâ, 20.

[5]- Fetih, 1.

[6]- Ahzab, 37.

[7]- Tevbe, 43.

[8]- Tahrim, 1.

[9]- Şuarâ, 3.

[10]- Tâhâ, 1.

Tarih: 11-03-2023

FACEBOOK YORUM
Yorum