Peygamberlerin İsmetinin Delilleri
Bismillahirrahmanirrahim
Peygamberlerin bilerek ve bilmeyerek günah işlemekten tamamen masun oldukları inancı, Şia'nın temel inançlarından biridir. Ehlibeyt İmamları bu ünlü inancı taraftarlarına öğretmiş, buna karşı olanların görüşlerini türlü delil ve belgelerle defalarca çürütmüşlerdir. Bunların en ünlüsü İmam Rıza'nın (a.s) hadis ve tarih kitaplarında kayıtlı ihticac ve delilleridir.
Ancak, mubah ve alelade konularda da, bilmeyerek de olsa hatalı olup olamayacakları ve unutup unutamayacakları hususunda ise, bazı ihtilaflar vardır. Hatta Ehlibeyt'ten ulaşan rivayetlerde de bu ihtilaflar yer yer göze çarpmaktadır. Bu hususta inceleme yapabilmek için geniş bir zamana ihtiyaç vardır. Ancak, bunun vazgeçilmez bir inanç (usul-i din=imanın şartları) olmadığı da bilinmelidir.
Peygamberlerin ismeti konusunda öne sürülen deliller iki kısımdır: Aklî deliller, naklî deliller.
Peygamberlerin İsmetinin Aklî Delilleri
Peygamberlerin günah karşısında masum olup, ismetle donanmış olması lüzumunun ilk aklî delili; peygamberlerin gönderilişindeki asıl gayenin, insanları Yüce Allah'ın onlar için belirlemiş olduğu sorumluluk ve hakikatlere doğru hidayet edip yönlendirmektir. Yani gerçekte peygamberler, insanları doğru yola yöneltmek için onların arasında yaşayan ilâhî temsilcilerdir. Bu konuma sahip temsilciler ve elçiler Allah'ın emirlerine harfiyen uymayarak, kendileri ve başkalarını davet ettikleri şeyin tersine hareket edecek olurlarsa, insanlar onların sözlerinin davranışlarıyla çeliştiğini görecek ve artık onların söylediklerine de güven duymayacaklardır. Sonuçta, onların peygamber olarak gönderiliş gayesi tam anlamıyla gerçekleşmeyecektir.
Bu durumda ilâhî hikmet, peygamberlerin temiz, dürüst ve günahtan tamamen uzak, masum kimseler olmasını gerektirmektedir. Hatta bilmeyerek dahi olsa, günah bir tarafa, günah olmayan ama yakışıksız ve yanlış olan davranışlarda da bulunmamaları, kesinlikle hiçbir durumda unutkanlığa dahi düşmemeleri gerekir. Aksi takdirde insanların nazarında bu, "günah işleyebilmek için uydurulmuş bir kılıf" telakki edilebilecektir.
Peygamberlerin ismetinin ikinci aklî delili şudur: Peygamberler aldıkları vahyi insanlara iblağ edip, risalet görevini yerine getirmenin ve onlara doğruyu göstermenin yanı sıra, insanlara iyi ahlâk kazandırıp, terbiye edilmelerini sağlamak ve gerekli yetenek ve vasıflara sahip olanları nihaî insanlık kemaline ulaştırmakla da yükümlüdürler. Başka bir deyişle, eğitim ve kılavuzluğun yanı sıra, öğretim ve pratik yaşamla da görevlidirler. Bütün insanlığı kapsayan ve vasıflı seçkinlere de yönelik olan bir eğitim ve öğretimdir bu… Böyle bir makam ise, ancak en yüce insanî kemallere ulaşmış ve en mükemmel nefsanî melekelerle (ismet) donanabilmiş nadide kimselere mahsustur.
Kaldı ki, bir öğretmenin davranışlarının rolü, eğittiği insanlara sözlü olarak anlattıklarının rolünden çok daha önemli ve fazladır. Davranış ve pratik yaşamında hata ve kusurları olan birinin, sözlerinin gereken etkiyi bırakmayacağı ortadadır. O hâlde toplumun eğiticileri olarak peygamberlerin gönderilişindeki ilâhî gaye, ancak onların söz ve davranışlarının her çeşit hata ve kusurdan arınmış olması hâlinde gerçekleşebilecektir.
Peygamberlerin İsmetinin Naklî Delilleri
1- Kur’an-ı Kerim bazı insanları "muhlas" (Allah için arınıp ihlasa kavuşan) olarak tanımlar.[1] Şeytanın bile etkileyemeyeceği insanlardır bunlar… Nitekim İblis bütün Ademoğullarını yoldan çıkaracağına yemin ederken "ihlaslı kılınanlar"ı bunun dışında tutmuştur. Kur’an-ı Kerim’de, İblis'in şöyle dediği buyrulur:
“Dedi ki: Senin izzetin adına andolsun, ben onların tümünü mutlaka azdırıp kışkırtacağım; ancak, onlardan ihlasa erdirilen kulların hariç.” [2]
İblis'in onları saptırmaktan umudunu kesmesinin yegâne nedeninin onların günah ve sapma karşısındaki dokunulmazlıkları olduğu apaçık ortadadır. Yoksa İblis onların da düşmanıdır ve elinden gelecek olsaydı, onları da saptırıp azdırmaktan vazgeçmeyecekti.
Görüldüğü gibi "muhlas" olmak, "masum" olmakla özdeştir burada. Bu vasfın sadece peygamberlere mahsus olduğunu gösteren bir delil yoktur, ama onları da kapsadığından şüphe bulunmamaktadır. Nitekim Kur'ân-ı Kerim bazı peygamberleri "muhlaslar" sınıfında sayarak ve Sâd Suresi'nin 45 ve 46. ayetlerinde şöyle buyurur:
“Güç ve basiret sahibi olan kullarımız İbrahim'i, İshak'ı ve Yakub'u da hatırla. Gerçekten biz onları katıksızca ahiretteki asıl yurdu düşünüp anan ihlas sahipleri kıldık”. [3]
Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulur:
“Kitapta Musa'yı da zikret. Çünkü o, ihlasa erdirilmiş ve gönderilmiş (Resul) bir peygamberdi.” [4]
Kur’an-ı Kerim’de Hz. Yusuf'un (a.s) da en zor şartlarda bile günah işlememesinin, onun "ihlas"ından kaynaklandığı hatırlatılmakta ve şöyle buyrulmaktadır:
“…Böylelikle biz ondan kötülüğü ve fuhşu geri çevirmek için ona delil gönderdik. Çünkü o, ihlasa erdirilmiş kıllarımızdandı.” [5]
2- Kur’an-ı Kerim, peygamberlere kayıtsız şartsız itaat edilmesi gerektiğini vurgulayarak, şöyle buyurmaktadır:
“Biz, elçilerden hiç kimseyi, ancak Allah'ın izniyle kendisine itaat edilmesinden başka bir şeyle göndermedik…”[6]
Ayette buyrulduğu gibi peygamberlere mutlak itaat gösterilmesi ancak bunun, Allah'a itaatle aynı doğrultuda olması ve onlara itaatin, Yüce Allah'a itaatle çelişmemesi hâlinde doğrudur. Aksi takdirde hem Allah'a, hem de hata işleme ve sapma ihtimali bulunan kimselere mutlak itaatte bulunulmasının emredilmesi çelişkili bir tablo yaratacaktır.
3- Kur’an-ı Kerim, ilâhî makamların "zulme bulaşmayanlar"a mahsus olduğunu vurgular ve Hz. İbrahim'in (a.s) evlatları için imamet makamı dilemesi üzerine "Benim ahdim zalimlere erişmez." buyurur.[7]
Bilindiği gibi her günah, en azından insanın kendi nefsine zulmetmesi demektir ve Kur’an kültüründe günahkâr insan "zalim" sayılır. O hâlde peygamberler, yani ilahi nübüvvet ve risalet makamının sahipleri de her çeşit zulüm ve günahtan münezzeh durumdadırlar.
Peygamberlerin İsmetinin Sırrı
Peygamberlerin vahiy alma konusundaki ismetlerinin sırrı, vahyin idrakinin hata kabul etmez bir idrak olmasıdır. Vahiy alma kabiliyet ve vasfına sahip biri öylesine bir ilmî hakikat taşır ki onu bilfiil kendisinde duyar. İster vasıta olan bir melek olsun, ister olmasın, kendisindeki bu hakikatle, ona vahyeden arasındaki ilişkiyi bizzat müşahede eder.[8] Vahiy alan birinin, gerçekten vahiy alıp almadığı veya aldığının vahiy olup olmadığı konusunda şüpheye kapılması, “kendisine vahyedenin kim olduğu”, “vahyin muhtevasının ne olduğu” gibi şeylerden zerrece şüphe duyması mümkün değildir.
Bu nedenle de bir peygamberin kendi peygamberliğinden şüpheye kapıldığı veya aldığının vahiy olup olmadığından emin olamadığı ya da aldığı vahyin anlamını tam olarak kavrayamadığı, kendisine vahyedeni tanıyamadığı vb. gibi hikâyeler tamamen uydurma ve yalan olup, tıpkı bir insanın kendi varlığından veya kendi vicdanından şüpheye düşmesini iddia etmesine benzer.
Peygamberlerin ilâhî görevlerini yerine getirme ve Allah'tan aldıkları vahyi insanlara ulaştırıp risalet vazifelerini tamamlama konusundaki ismetlerinin sırrına gelince:
İnsanoğlunun bir şeyi kendi özgür iradesiyle yapması şöyle gerçekleşir: Önce o şeye karşı kendi içinde bir istek ve meyil duyar. Sonra da çeşitli faktörlerin etkisiyle ona doğru yönelir. Çeşitli bilgi ve duyumların da yardımıyla ilgi duyduğu o şeye ulaşmanın yolunu teşhis edip, kavrar ve nihayet buna uygun bir girişimde bulunur. İçinde farklı ve birbiriyle çatışan istekler duyması hâlinde ise, kendince bunların en iyi ve en değerli olanını kavrayıp tercih etmeye çalışır. Ama kimi zaman, bilgi yetersizliği yüzünden "daha iyi" olanı teşhis edemeyip hataya düşer veya daha makbul olanı fark edemeyip kötü bir adet ya da daha aşağılık olana karşı alışkanlık beslemesi gibi nedenlerle yanlış teşhis ve hatalı tercihte bulunur. Böylece doğru düşünüp daha iyi ve daha makbul olanı seçemez.
O hâlde insanoğlu gerçekleri ne kadar iyi bilir, hakikatleri ne kadar iyi anlayıp bilinçli olur ve hakikate karşı duyduğu ilgi güçlü, kararlı ve canlı olur; ayrıca duygu, heyecan ve eğilimlerini kontrol ve dizginleme konusunda ne kadar güçlü bir iradeye sahip bulunursa, aynı ölçüde doğru tercihte de bulunabilecek, hatalı girişim ve yanlış kararlar vermekten âmânda kalacaktır.
Bu nedenledir ki yetenekli insanlar gerekli bilgi ve bilinçle kuşanıp doğru bir eğitimden geçince kemal ve fazilet yolunda önemli mesafeler kat edebilmektedir; kimi zaman ismet sınırlarına kadar yaklaşmakta, günah ve kötülüğün düşüncesine bile zihinlerinde yer vermemekte, tıpkı akıl ve mantık sahibi bir kimsenin zehirli ve mikroplu yiyecek ve içeceklerden uzak durması gibi günah ve kötülükten uzak durarak, münezzeh kalmaktadır.
Şimdi hakikatleri anlayıp kavrama ve hakikate eğilim duyma konusunda fevkalade kabiliyetli, kalbi ve gönlü mükemmel derecede temiz ve katıksız birini düşünelim. Kur’an-ı Kerim'in de tabiriyle tıpkı "ateşe bile gerek kalmadan her an yanıp tutuşmaya hazır zeytinyağı gibi saf ve halis" bu insan bu halisliği ve yaradılışındaki bu güçlü eğilim ve kabiliyeti nedeniyle ilâhî bir eğitim ve terbiyeden geçirilip Ruhu'l-Kudüs tarafından onaylanacak olursa, inanılmaz bir hızla kemal derecelerini kat edecek; yüz yıllık yolu bir gecede alacak; çocukluk çağında ve hatta henüz ana rahmindeyken bile diğer insanlardan daha üstün olacaktır. Akıl sahibi her insan için zehirli ve öldürücü gıdaların tehlikeleri ne kadar açık ve belliyse, günah ve kötülüğün tehlike ve iğrençliği de onun için o kadar net ve aşikârdır artık… Akıllı bir insan zehir ve mikroptan nasıl zorla değil de kendi irade ve tercihiyle uzak duruyorsa, masum ve ismet sahibi insan da günah ve kötülükten "kendi iradesiyle" uzak durmaktadır. Onun bu "ismet"inde kesinlikle bir zorlama veya cebir yoktur.
---------------
1- Burada Lam fethesiyle yazılan "muhlas" teriminin lam kesresiyle yazılan "muhlis"ten farklı olduğunu belirtelim; birincisi Allah'ın halis kıldığı insanı, ikincisi de bizzat insanın kendisinin amellerini ihlasla yaptığını ifade eder.
[2]- Sâd, 82 ve 83.
[3]- Sâd, 45 ve 46.
[4]- Meryem, 51.
[5]- Yusuf, 24.
[6]- Nisa, 64.
[7]- Bakara, 124.
[8]- Kur’an-ı Kerim şöyle buyuruyor: "Onun gördüğünü gönül yalanlamadı." Necm, 11.
Tarih: 12-09-2022