içerik yükleniyor...Yüklenme süresi bağlantı hızınıza bağlıdır!

Sahabe Hakkındaki Konular - 1

Bismillahirrahmanirrahim

Sahabe Hakkındaki Konular - 1

Soru: Lütfen bana sahabe hakkındaki görüşünüzü açıklayın; sizler bütün sahabenin adil olduğuna inanmıyor musunuz? Eğer cevabınız “evet” ise, bunun sebebini, açıklar mısınız? Sonra Ehl-i Sünnet'in bu konuda ileri sürdüğü delillere ne diyorsunuz? Kur'ân'ın Rıdvan biatıyla ilgili ayeti, "Ashabım gökteki yıldızlar gibidir..." veya "Aşere-i Mübeşşere" hadisleri gibi...

Cevap: Muhterem kardeşim, eğer müsaade ederseniz sizin sorunuzu bahane ederek, bu konuyu geniş bir şekilde ve birkaç bölümde ele almak istiyoruz; fakat sizden istirhamımız tarafsız bir gözle ortaya koyulan bilgi ve belgeleri sonuna kadar inceleyip, ondan sonra karar vermenizdir. Her halükarda ikna olmadığınız hususlarda bize tekrar yazabilirsiniz...    

Birinci Bölüm:

Ehl-i Sünnet'e Göre Sahâbî Kimdir?

İbn-i Hacer, "El-İsâbe" adlı eserinin 1. faslının girişinde "sahâbî"yi şöyle tarif eder:

"Sahâbî, iman etmiş olarak Hz. Peygamber'i (s.a.a) gören ve müslüman olarak da ölen kimseye denir. İster Hz. Resulullah'la (s.a.a) uzun süre görüşüp konuşmuş olsun, ister kısa bir süre; Hz. Resulullah'tan (s.a.a) bir söz duyup, o sözü rivâyet etse de, etmese de; Hz. Peygamber'in (s.a.a) safında müşriklere karşı savaşmış olsa da, olmasa da; hatta Allah'ın Resulü'nü (s.a.a) sadece bir kez görüp, onun meclisinden hiç faydalanmamış veya körlük vb. sebeplerden dolayı onu gözüyle bile göremeyip, sadece huzuruna varmış olsa bile "sahâbî" sayılır."[1]

İbn-i Hacer, bir başka yerde, "Pek çoklarının sahâbî olarak tanınmasının ölçü ve kıstasları" başlığı altında şöyle yazmaktadır: "...İlk başlarda belli bir gelenek vardı. Bu gelenek gereği, savaşlarda ordu komutanları sadece sahâbî olanlar arasından seçilirdi... Hicretin onuncu yılına varıldığında ise, Mekke ve Taifliler arasında müslüman olmayan ve Hz. Resulullah'la (s.a.a) vedâ haccına katılmamış bulunan bir tek kişiye rastlamak mümkün değildi. Hz. Resulullah'ın (s.a.a) ömrünün son zamanlarında Medine'de ve Evs'le Hazrec kabileleri arasında müslüman olmayan hiç kimse kalmamıştı. Hz. Peygamber (s.a.a) hayatta olduğu sürece bu insanlardan hiçbiri alenen İslâm'dan çıkmamış ve açıkça küfrünü göstermemişti.[2]

Evet, İbn-i Hacer'de geçen tarif kısaca böyle. "Yüz Elli Uydurma Sahâbî" adlı kitabımıza başvuran okuyucular, "sahâbî"ye getirilen bu yetersiz ve tutarsız tanımlama ve sırf bu bakış açısı nedeniyle, İslâma ve Hz. Resulullah'ın (s.a.a) sünneti ve hadislerinin başına neler geldiğini açıkça görebilirler.

Ehl-i Beyt (s.a) Mektebine Göre Sahâbî Kimdir?

Ehl-i beyt (s.a) mektebine göre "sahâbi"ye getirilen tanım ve tarif, eski Arapça lügatlarında bu terimler için verilen tarif ve tanımlarla aynıdır. Bunlardan bazısı şöyle: "...Çoğulu sahb, sıhâb, ashâb ve sahâbe olan "sâhib" kelimesi arapçada dost, arkadaş, sırdaş, kafa dengi ve kendisiyle sıkça görüşüp konuşulan yakın arkadaş anlamlarına gelir ve uzun ve köklü dostlukları ifade etmek için kullanılır; nitekim musâhabet uzun bir süre muâşeret ve hem sohbet olma manasını içerir."[3]

İki kişi veya kişiler arasında yakın sohbet arkadaşlığı kurulduğunda "sâhib" kelimesi ikinci zamire eklenerek tamamlama yaratmakta ve meselâ Kur'ân-ı Kerim'de de geçtiği bir örnekte olduğu gibi "Ya sâhibey-is sicn" (ey benim hapis arkadaşlarım) veya "Ashâb-u Musa" (Musa'nın arkadaşları) tamlamalarında sâhib ve ashâb kelimeleri "sicn" ve "Musa" kelimelerine eklenerek belirtili tamlama oluşturmaktadır.

Aynı şekilde, Hz. Resulullah (s.a.a) döneminde de o hazretin sohbet arkadaşlarına "Sâhib-ür Resul" ve "Ashâbü’r-Resul" denilerek tamlama yapılırdı.

Ayrıca yine o dönemlerde kullanılan "Ashâb-u Bi'ati’ş-Şecere" (bir ağacın altında yapılan Rıdvan biatı Ashâbı) ve "Ashâb-u Suffe" (sofa ehli) isimlerinde de "ashâb" kelimesi tamlamanın ek unsuru durumundadır.

Binaenaleyh Hz. Resulullah (s.a.a) döneminde sırf "sahib" veya "ashâb" terimleri söylendiğinde o hazretin dostları ve arkadaşları anlaşılmıyordu; bilakis, daha sonraları, hilafet mektebinin izleyicileri tarafından Hz. Resulullah'ın (s.a.a) arkadaşları için sadece "sahâbî", "sahâbe" ve "Ashâb" kelimeleri kullanılmaya başlanmıştır. Yani sırf Peygamber'in arkadaşlarının "sahâbî" olarak adlandırılması ne Kur'ân'dan kaynaklanan bir şeydir ne de İslâm'dan; bu sadece daha sonra bazı müslümanlar tarafından belirlenmiş bir ıstılahtır.

Halifeler Mektebinde "Sahâbî"yi Tanıma Yöntemi:

Halifeler mektebine (Ehl-i Sünnet'e) mensup "Peygamberin Ashâbının biyografilerini yazan yazarlar", Ashâbı tanımak ve kimin sahâbî olup kimin olmadığını belirtmek için özel bir kural koymuşlardı, bu cümleden olmak üzere İbni Hacer "El-İsâbe" adlı eserinde şöyle yazar:

"... Kimin sahabî olduğunun anlaşılması için önderlerin -halifelerin- üstü kapalı olarak belirttikleri kıstaslardan biri de İbn-i Ebî Şeybe'nin "El-Musannaf" adlı eserinde geçen ve kesinlikle sahih kabul edilen şu rivâyettir: "Halifeler arasında, savaşlarda komutanları sadece Ashâptan olanlar arasından seçmek bir gelenekti -ilk iki halifenin yöntemi ve sünnetiydi-"[4].

Halbuki, "Kesinlikle sahihtir" diye tanıttıkları bu rivâyet, aslında Taberî'yle İbn-i Asâkir'in müsnedlerinde kendi senetleri olarak gösterdikleri Seyf b. Ömer, Ebu Osman, Hâlid ve Ubâde'den naklettikleri rivâyetteki şu cümledir:

"...Komutanlar, sahâbe arasından seçilirdi; sahâbe arasında böyle önemli bir görevi üstlenecek biri bulunmazsa, sahâbe olmayanlar da seçilebiliyordu."[5]

Taberî bir başka rivâyette Seyf'ten şöyle nakleder: "... Ömer, savaşın üstesinden gelebilecek birini bulursa, onu komutan olarak atamayı ihmal etmezdi. Sahâbe arasından böyle birini bulamadığı zamanlarda ise "tabiin" arasından, iyi isim yapmış ve bu özelliğe sahip birini seçerdi. Müslümanlarla mürtedler arasındaki savaşlara katılanların böyle bir göreve seçilme şansı yoktu."[6]

Halifeler Mektebindeki "Sahâbeyi Tanıma Yöntemi"ne Eleştiri:

Yukarıda bahsi geçen her iki rivâyetin de ilk kaynağı, yalancılık ve zındıklıkla suçlanmakta olan Seyf b. Ömer et-Temimi'dir[7]. Seyf bu kuralı Ebu Osman'dan duyduğunu söylemekte, o da Hâlid ve Ubâde'den naklettiğini belirtmektedir. Halbuki Seyf b. Ömer, rivâyetlerinde ondan (Ebu Osman'dan) "Yezid b. Useyd El-Ğassânî" adıyla sözetmektedir ki, gerçekte bu isimde bir râvî mevcut olmayıp tamamen Seyf'in uydurduğu isimlerden biridir![8]

Ancak biz burada, sözkonusu rivâyetin râvîlerini bir kenara bırakıyor ve bu tür rivâyetlerin esasen tarihi gerçeklerle de bağdaşmadığını ve bilinen birçok hakikatle zaten çeliştiğini vurgulamak istiyoruz. Zira, Ebulferec İsfahânî, "El-Ağanî" adlı eserinde şöyle yazar: "İmruu’l Kays, 2. Halife Ömer'in vasıtasıyla müslüman oldu ve Halife de buna karşılık hemen orada, henüz bir tek rek'at namaz dahi kılmamış olan bu adama devlet işinde önemli bir görev verdi".[9]

İsfahânî, bu ilginç olayın ayrıntılarını Avf b. Hâricet-il Merrî'den şöyle nakleder: "Hattaboğlu Ömer'in halife olduğu dönemlerdi; onunla birlikte bir mecliste oturmuştuk. Bu sırada birisi içeriye girdi; başının sağ ve sol taraflarındaki az saçıyla göze çarpıyordu, ayakları çıplaktı, öylesine ki ayak parmakları birbirinin tam karşısında ve tabanı vücudunun sağ ve sol yanına dönük durumdaydı. Orada oturanları ite kaka ilerleyerek en öne, Ömer'in bulunduğu yere ulaştı ve halifeliğin geleneğine uygun şekilde onu selamladı. Ömer kim olduğunu sorduğunda "Ben Hıristiyanım, adım İmru-ul Kays b. Adıyy-il Kelbî'dir" dedi. Ömer onu tanıdı, "Pekalâ, söyle bakalım ne istiyorsun?" diye sordu. İmru-ul Kays müslüman olmak istediğini söyleyince Ömer İslâm'ı anlattı ve o da kabul ederek müslüman olduğunu söyledi. Ömer bir mızrak istedi; getirdiler. Mızrağın ucuna bir sancak bağlayarak o adama verdi ve onu Şam yakınlarındaki Kuzâa[10] müslümanlarının valisi olarak atadığını bildirdi. İmru-ul Kays, Ömer'in verdiği sancağı alıp o meclisten çıktı, rüzgarda dalgalanan sancağıyla, Kuzâa mıntıkasına doğru yola koyuldu."[11]

Aynı şekilde; Algame b. Elâset-il Kelbi'nin mürted olduktan sonra Ömer tarafından Hurân[12] bölgesine vali olarak atanması olayı da bu iddiayla tamamen çelişmektedir. İsfahanî'nin “El-Ağâni” kitabında, Algame'nin biyografisi bölümünde şöyle kayıtlıdır: "Algame, Hz. Resulullah (s.a.a) döneminde müslüman oldu; o hazretle görüşüp konuşma şerefine de kavuştu. Ancak, Ebubekr'in halifeliği döneminde İslâm'dan çıkarak mürted oldu. Ebubekir, Hâlid b. Velid'i onu tutuklamakla görevlendirdiyse de Algame kaçmayı başardı. Algame'nin daha sonra geriye dönerek özür dilediği ve tekrar müslüman olduğu söylenir." [13]

İbn-i Hacer'in El-İsâbe isimli eserinde de şöyle geçer: "Algame, Ömer'in hilafeti döneminde şarap içince Ömer ona had uyguladı. Bunun üzerine Algame İslâm dinini bıraktığını söyleyerek Romalılara sığındı. Roma imparatoru onu sıcak bir şekilde karşılayıp "Sen, Âmir bin Tufeyl'in amca oğlu değil misin?" diye sordu. Bundan pek alınan Algame "Âmir'den başkasını tanımıyorsun galiba!" dedi.[14]

Daha sonra Âmir'in hatırı için sığıntı kabul edilmeyi kendine yediremeyip geri döndü ve Medine'ye gelip tekrar İslâm dinini kabul etti.

Algame açıkça mürted olduğu halde Halife tarafından önemli bir makama atanmıştır. Bir hayli düşündürücü olan ve "sahâbe tamamen âdildir ve sahâbeden gayrisi da komutanlığa veya resmi bir göreve atanmamıştır" iddiasıyla da açıkça çelişen bu acı vak'a hem İsfahânî, hem İbn-i Hacer tarafından kaydedilen sahih belgeler arasındadır. İsfahânî olayı şöyle anlatır: "...Hâlid b. Velid'in yakın arkadaşlarından olan Algame, mürted olup dinden çıktıktan sonra tekrar Medine'ye dönüp kimselere görünmeden akşam karanlığında camiye girip bir köşeye oturdu.

Bir süre sonra Hattaboğlu Ömer camiye girerek bir köşede oturmakta olan Algame'ye selam verdi. Ömer'in Halid'e çok benzemesi, Algame'yi hataya düşürmüştü; gecenin karanlığında Ömer'i Halid zannederek onunla -yavaş sesle- konuşmaya başladı. Sohbet koyulaşınca "Ömer seni görevinden azletti mi?" diye sordu. Algame'nin hatasını farkeden Ömer, daha fazla bilgi alabilmek için Halitmiş gibi davranarak "evet" dedi. Algame "Böyle olacağı belliydi" diyerek "Seni çekemeyenler vardı, bu onların işi olsa gerek" diye hayıflanınca, Ömer bu fırsatı kaçırmayarak atıldı: "İntikam almak istersem yardımcı olur musun?" Algame sert bir şekilde itiraz etti: "Neler söylüyorsun sen? Allah'a sığınırım! Ömer'in boynumuzda hakkı var, reisimiz bizim o! Ona el kaldırmaya hakkımız yok bizim!" Bunun üzerine Ömer -ki Algame onu halâ Halid zannediyordu- ayağa kalkıp camiyi terk etti.

Ertesi gün Ömer'in halkı kabul günüydü. Halit'le Algame de gelip bir köşeye oturdular. Bir süre sonra Ömer, Algame'ye dönerek "Ne haber Algame? Halid'e söyleyeceklerini söyledin mi?" diyerek sordu. Algame neye uğradığını şaşırmıştı, "Ey Ebu Süleyman! Sen konuştun mu onunla?" dedi tedirginlikle Halid'e. Halid "Hayır, seninle görüştüğümüzden bu yana Ömer'le hiç konuşmuş değilim ki!" dedi, Halid kısa bir duraklamadan sonra Algame'nin kulağına eğilip "Sen onu daha önce görmüş ve ben zannederek konuşmuş olmayasın?" diye sorunca Algame her şeyi anladı "Evet, vallahi doğru!" diyerek Ömer'e dönüp "Ey mu'minlerin emiri! Sen benden hayır ve iyilikten başka şey duydun mu hiç?" diye sordu. Ömer onu tasdik ederek "Doğrudur" dedi ve ekledi: "Huran'ın yönetimini sana vermemi ister misin?" Algame "Elbette isterim!" deyince halife hemen orada gerekli fermanı hazırlayıp Algame'yi Huran'a komutan ve vali olarak atadı. Algame, ömrünün sonuna kadar Huran'da vali ve komutan olarak kaldı ve orada da öldü."

İbn-i Hacer, bu hadiseyi yukarıdaki şekilde anlattıktan sonra şöyle der: "Ömer, Huran'ın yöneticiliğine dair fermanı Algame'nin eline verdikten sonra "Senin gibi gerçek taraftarlarımın olması dünyadaki her şeyden daha değerlidir benim için" dedi.

Evet, yukarıdaki hadise, maalesef bütün ayrıntılarıyla muteber İslâm kaynaklarından alınmış tarihi gerçeklerden sadece biridir. Buna rağmen Halifeler mektebi (Sünnî) uleması salt rivâyetlerine dayanarak Resulullah'ın (s.a.a) sahâbesini tanımanın ölçü ve kıstaslarını belirleme yoluna gitmiş ve bu yüzeysel yaklaşımın tabii bir neticesi olarak da Seyf b. Ömer gibi zındıklıkla suçlanan birinin uydurduğu insanları Hz. Resulullah'ın (s.a.a) gerçek sahâbîlerinden sayma hatasına düşmekten kurtulamamıştır. Biz burada meseleyi özetle aktardık; daha etraflıca öğrenmek isteyenler "Yüz Elli Uydurma Sahâbî" adlı eserimize başvurabilirler.

Kimlere sahâbe denilip denilemeyeceği konusunda Ehl-i Sünnet ve Şîa mezhebindeki kıstasları böylece değerlendirdikten sonra, şimdi bu iki mezhebin "Sahâbenin adaleti" konusundaki görüşlerini kısaca aktarmaya çalışalım:

İkinci Bölüm:

Ehl-İ Sünnet ve Şîa Mekteplerinde Sahâbenin Adaleti Mevzuu

1- Ehl-i Sünnet (Halifeler) Mektebine Göre Sahâbenin Adaleti:

Ehl-i Sünnet (Halifeler) mektebine mensup müslümanlar, istisnasız olarak bütün sahâbeyi âdil bilir ve İslâmî hükümlerde ve şer'î konularda sahâbeye müracaat ederler.

Dirâye ve hadis ilimleri dallarında Ehl-i Sünnet'in en önde gelen alimlerinden biri olan, "Cerh ve Tâ'dil" ehlinin İmâmı Hafız Ebu Hâtem Râzi[15]; bu mevzuda eserinin mukaddimesinde, Hz. Resulullah'ın (s.a.a) sahâbesinin adaleti konusunda şöyle yazar: "...Allah Resulü'nün (s.a.a) sahâbesi vahy ve Kur'ân'ın nuzûlüne şahid olup bunların tefsir ve tevillerini bilen kimselerdir. Allah-u Teâlâ onları Peygamber'ine dost kılmış, ona yardımcı etmiş, dinini ve sünnetini yaymaları ve ayakta tutmaları için seçmiş, Peygamber'ine sohbet arkadaşı olarak beğenmiş ve onları bizlere rehber ve önderler tayin etmiştir. Belirlediği sünnetler, kurallar ve koyduğu kanunlardan, sâdır ettiği hükümlere, yaptığı hakemlikler ve verdiği hüküm ve kararlara, serbest ve câiz gördüğü veya men edip yasakladığı şeylere varıncaya kadar Allah Resulü'nün (s.a.a) Allah-u Teâlâ tarafından kendilerine tebliğde bulunduğu her şeyi tam anlamıyla kavrayıp anlamış, iyice öğrenip belleklerine yerleştirmiş ve dinde fakih ve âlim olmuşlardır.

Hz. Resulullah'ın (s.a.a) yanında bulundukları için Allah'ın emir ve nehiylerini -yasaklarını- hikmet ve gerekçeleriyle birlikte öğrenmiş ve Kur'ân'dan nasıl faydalanılması ve hükümler çıkarılması gerektiğini en iyi şekilde anlayıp kavramışlardır. Allah (Azze ve Celle) onları seçip ümmetin liderleri ve önderleri olarak belirlemek suretiyle kendilerine lütufta bulunmuştur; şüphe, tereddüt, hata, kötü zan, kendini beğenmişlik ve başkalarının kusur ve ayıplarını arama gibi hasletleri onlardan tamamen silip uzaklaştırmış ve onları ümmetin âdilleri olarak tanımlayarak "... ve böylece insanlara şahid olmanız için sizi orta -yolu izleyen- ümmet kıldım" (Bakara,143) buyurmuş ve Allah Resulü (s.a.a) de bu âyette geçen vasat ümmet -orta yolu izleyen ümmet- tabirini "âdil ümmet" olarak tefsir etmiştir.

Binaenaleyh o hazretin Ashâbı, ümmetin âdilleridirler; bizi doğru yola hidâyet eden önderler, din konusunda Allah'ın hücceti ve Kur'ân ve Sünnet-i Resulullah'ın (s.a.a) taşıyıcılarıdırlar. Allah-u Teâlâ onlara müracaat edilmesini ve onların yöntem ve yolunun izlenilmesini emretmiştir. Onları örnek almamızı ve onlara uymamızı istemiş ve Nisa, 115'te şöyle buyurmuştur: "Kim de kendisine dosdoğru yol apaçık belli olduktan sonra Peygamber'e muhalefet ederse ve mu'minlerin yolundan başka bir yola uyarsa onu döndüğü şeyde bırakırız ve cehenneme sokarız. Ne kötü bir yaratıktır o!"[16]

Yine birçok hadiste Hz. Resulullah (s.a.a) halkı hadislerini yaymaya teşvik etmekte ve Ashâbını övüp onlar için dualarda bulunduktan sonra şöyle buyurmaktadır: "Benim sözlerimi dinleyip aklında tutan ve onları duymayanlara aktaranları Allah daima korusun" ve "Burada hazır bulunan sizler, benden duyduklarınızı gidip başkalarına da anlatın." ve "Kur'ân âyetlerinden biri dahi olsa, benden duyduklarınızı başkalarına aktarın ve hiç çekinmeyin, kimseden korkmayın".

Bu nedenledir ki Hz. Resulullah'ın (s.a.a) sahâbesi -ki Allah onlardan razı olsun- dört bir yana dağılarak savaşlara, gazvelere ve zaferlere katıldılar; yargı, yönetim ve benzeri işlerde çeşitli önemli görevler üstlendiler. Kendi beldelerinde veya ikamet ettikleri yerlerde, Hz. Resulullah'tan (s.a.a) duyup öğrendiklerini halka anlattılar[17] Kendilerinden sorulan sorulara; Hz. Peygamberin (s.a.a) o soru ve benzeri sorulara verdiği cevapları dikkate alarak cevap veriyor ve kendi görüş ve fetvalarını belirtiyorlardı. Allah rızasını umarak O'nun helal ve haramlarını, farzlarını ve ahkâmını ve resulünün sünnet ve hadislerini insanlara öğretip anlatmaktaydılar. Allah (Azze ve Celle), onları kendi katına alıncaya kadar bütün sahâbe böyle yaşadı, Allah cümlesinden razı olsun, cümlesine rahmet eylesin"[18]

İbn-i Abdulbir, İstiâb'ının önsözünde "Sahâbenin tamamının âdil olduğu ispatlanmıştır" dedikten sonra, daha önce Ebu Hâtem Râzi'den aktardığımız örnekte olduğu gibi, sahâbenin sadece mu'minleri hakkında buyrulan âyet ve hadisleri ard arda nakleder.[19]

İbn-i Esir de, Üsd-ül Gâbe adlı eserinin önsözünde şöyle yazar: "Allah'ın hükümlerinin teferruatlı açıklaması ve dinimizle ilgili helaller, haramlar ve diğer meseleleri kapsayan sünen, ancak onları rivâyet eden râviler ve senet olarak gösterdiği ricallerin, bilhassa da Hz. Resulullah'ın (s.a.a) sahâbelerinin doğru olarak bilinip tanınması halinde sahih kabul edilebilir. Hele sahâbelerin kimler ve nasıl insanlar olduklarını öğrenmeden ve onları tanımadan diğer rical ve râvîleri tanıyıp bilebilmek hiç mümkün olmayacaktır. O halde Hz. Resulullah'ın (s.a.a) Ashâbının soy-sop ve biyografilerinin teferruatlı bir şekilde bilinmesi zaruridir. Resulullah'ın (s.a.a) Ashâbi cerh, ta'dil ve onların durum ve davranışları hakkındaki eleştiriler dışında; hadis ve sünnet senetlerinde adı geçen diğer râvîlerle her açıdan eşit ve beraberdirler, zira Ashâbın hepsi adildir, onlara kusur bulmak ve onları eleştirmek imkansızdır."[20]

Hadis hafızı İbn-i Hacer, El-İsâbe adlı eserinin 3. faslında Ashâbın adaleti konusunda şöyle yazar: "Ehl-i Sünnet mensupları Hz. Resulullah'ın (s.a.a) bütün Ashâbının istisnasız olarak adil olduklarına ve bir avuç bid'at ehlinden başka kimsenin onlara karşı çıkmadığına inanır..."[21]

Tanınmış hadisçi İmam Ebu Zâr'e'den de şöyle nakledilmektedir: "Allah Resulü'nün (s.a.a) Ashâbından birini eleştiren ya da onlardan biri hakkında ayıp ve kusur iddiasında bulunan birini görürsen bil ki o zındıktır(!)[22] Çünkü Allah ve Resulü'yle, Kur'ân'da belirtilen herşeyin doğru ve hak olduğunu biliyoruz ve bütün bunları bize iletip ulaştıranlar ise Resulullah'ın (s.a.a) Ashâbından başkası değildir. Binaenaleyh Ashâbı eleştirenler, bizim İslâm hakkındaki şehidlerimizi lekelemek suretiyle onları yalanlamak ve böylece neticede Kur'ân ve sünneti reddetmek istemektedirler. Asıl eleştirilmesi ve kirli çamaşırları su yüzüne çıkarılması gerekenler, Ashâbı eleştirmeye yeltenen zındık kâfirlerdir!"[23]

Evet, Ashâbın adaleti konusunda ehl-i sünnet ve Halifeler mezhebi mensuplarının görüşleri böyle. Şimdi Şîa Ehl-i Beyt mezhebinin "Ashâbın adaleti" konusundaki görüşlerine bakalım:

2- Ehl-i Beyt Mektebine Göre Sahâbenin Adaleti:

Ehl-i Beyt mektebi; Kur'ân'da da belirtildiği gibi Hz. Peygamber-i Ekrem'in (s.a.a) Ashâbı arasında dürüst ve iyi niyetli mu'minler olduğuna ve Allah-u Teâlâ'nın onları övdüğüne inanır. Bu cümleden olmak üzere Allah-u Teâlâ, Şecere Biati'ne katılanlar için şöyle buyurur: "Andolsun, Allah, sana o ağacın altında biat ederlerken mu'minlerden razı olmuştur, kalplerinde olanı bilmiş ve böylece üzerlerine güven duygusu ve huzur indirmiştir ve onlara yakın bir fethi sevap olarak vermiştir" (Fetih,18).[24]

Yukarıdaki âyette geçen övgü ve takdir, Şecere -Rıdvan- Biati'ne katılan sahâbelerin hepsi değil, sadece mu'min olanları içindir[25] nitekim biat sırasında orada bulunan Abdullah b. Ubeyy, Evs bin Havlî gibi münafık sahâbeleri kapsamına almamaktadır.

Ehl-i Beyt inancı ve Şîa mezhebinde, Kur'ân'daki sarih âyetlere istinaden sahâbe arasında da münafıklar bulunduğuna inanılır; Allah-u Teâlâ'nın bu münafıkları kınadığı ve kötülediği âyetlerden birinde şöyle buyrulmaktadır: "Çevrenizdeki bedevilerden münafık olanlar vardır ve Medine halkından da nifakı alışkanlığa çevirmiş olanlar vardır; sen onları bilmezsin, biz onları biliriz; biz onları iki kere azaplandıracağız; sonra onlar büyük bir azaba döndürülecekler."[26]

Keza yine Nur Suresi'nde de buyrulduğu gibi sahâbe arasından bazıları Hz. Resulullah'ın (s.a.a) haremini ahlâki sapmayla suçlayacak kadar iftiranın boyutlarını [27] artırmış, Allah'ın gazabını üzerlerine çekerek O'nun Resulüne (s.a.a) töhmet ve karalamada bulunmuşlardır. Yine Allah-u Teâlâ'nın, asıl emellerini bilerek haklarında şöyle buyurduğu münafıklar da vardı sahâbe arasında: "...Oysa onlar, bir ticaret veya eğlence konusu gördüklerinde -fırsatı ganimet sayarak- hemen ona doğru koştular ve seni ayakta bıraktılar..."[28]

Bu vakıa Resulullah (s.a.a) mescidde durmuş Cuma hutbelerini okurken vuku bulmuştur.

Keza, aynı "sahâbî"ler arasında öyle münafıklar vardı ki Tebük gazvesi [29] -veya bir diğer rivâyete göre de Vedâ haccı[30]- dönüşünde Hureşi Geçidi'nde Hz. Resulullah'ın (s.a.a) canına kastederek onu terör etmeye bile yeltendiler.

Bütün bunlar bir tarafa; Hz. Resulullah'ın (s.a.a) en yakın sahâbesi, onunla en sık ve en samimi görüşen hanımları olduğu halde onlar için bile âyette uyarı ve tehdit geçmekte ve şöyle buyrulmaktadır: "Ey peygamberin kadınları, kim sizden açık bir çirkinlikte ve utanmazlıkta bulunursa onun azabı iki kat olarak artırılır; bu, Allah'a pek kolaydır. Ama kim de sizden, Allah'a ve Resulü'ne gönülden itaat eder ve salih bir amelde bulunursa, ona da ecrini iki kere veririz, ve biz ona üstün  bir rızık da hazırlamışızdır. Ey peygamberin kadınları! Siz diğer kadınlar gibi değilsiniz..." (Ahzab, 30-32)

Yine bir başka yerde Allah-u Teâlâ, Hz. Resulullah'ın (s.a.a) eşlerinden ikisine hitaben şöyle buyurmaktadır: "Siz, Peygamber'in iki eşi, Allah'a tevbede bulunmanız iyi olur, çünkü kalpleriniz eğrilik gösterdi. Yok, eğer ona karşı birbirinize destek olmağa kalkışırsanız, artık Allah onun mevlasıdır, Cibril de ve mu'minlerin salih olanı -Hz. Ali- da. Bunların arkasından melekler de onun destekçisidirler..." Daha sonra Rabb'ul Âlemin şöyle buyurmaktadır: "Allah, küfretmekte olanlara Nuh'un eşini ve Lut'un eşini örnek olarak verdi. İkisi de, kullarımızdan salih olan iki kulumuzun nikahı altındaydı; ancak, onlara -onların dâvalarına- ihanet ettiler. Peygamber eşi olmaları onları Allah'ın azabından kurtarmadı; kıyamet günü o iki kadına, 'Diğer cehennemliklerle birlikte girin cehenneme!' denilir. Allah, iman etmekte olanlara da Fir'avn'nın karısını örnek verdi, hani o demişti ki 'Rabbim, bana kendi katında, cennette bir ev yap; beni Fir'avn'dan ve onun yaptıklarından kurtar ve beni o zalimler topluluğundan da kurtar!..' İmran'ın kızı Meryem'i de, ki o kendi ırzını korumuştu..." (Tahrim,10-12)

Hz. Resulullah (s.a.a) bu sahâbelerin Kıyamet günüyle ilgili şöyle buyurmuştur: "Kıyamet günü Ashâbımın önde gelenlerinden bazısını getirip amel defteri siyah olanlarla birlikte haşredecekler. Ben "Allah'ım! Onlar benim Ashâbım!" dediğimde, şu cevabı duyacağım: "Senden sonra bu Ashâbının neler yaptıklarını bilmiyorsun!" O zaman ben de o salih kulun sözlerini (Mâide, 117'de Hz. İsa'nın (s.a) sözü kastediliyor) tekrarlayacak "..Ve ben aralarında bulunduğum sürece amellerine şahittim onların, beni aralarından aldıktan sonra de kendin şahid oldun" diyeceğim. Bunun üzerine bana şöyle denilecek: "Sen aralarından ayrılır ayrılmaz bunlar mürted olup dinden çıktılar ve eski hallerine döndüler"[31]

Bir diğer rivâyette de şöyle geçer: "Kevser havuzu kenarında Ashâbımdan bazılarını bana getirirler. Ben onları tanıyınca -kim olduklarını onaylayınca- onları benden ayırıp götürürler. O zaman ben "Ya Rabbim! Ashâbımdı onlar..." dediğimde "Senden sonra onların neler ettiğini bilmiyorsun..." denilir bana"[32]

Sahih-i Müslim'de de Hz. Resulullah'ın (s.a.a) şöyle buyurduğu kayıtlıdır: "Kevser havuzu kıyısında, Ashâbım ve arkadaşlarımdan bazısını bana getirip gösterirler; ben hepsini birer birer tanıdıktan sonra onları alıp götürürler. O zaman ben "Allah'ım! Onlar benim Ashâbımdı" derim ve şu cevabı duyarım: "Bunların senden sonra neler ettiğini bilmezsin!.."[33]

Münafıkla Mu'mini Ayırdetmenin Kıstasları:

Hz. Resulullah'ın (s.a.a) sahâbesi arasında münafık olanlar da bulunduğu ve bunların gerçek yüzünü Allah'tan başka kimse bilmediği için Emir'el Mu'minin Hz. Ali'den (s.a)[34], Hz. Ümmü Seleme'den,[35] Abdullah bin Abbas'tan,[36] Ebuzer-i Ğıfâri'den,[37] Enes b. Mâlik'ten,[38] İmran b. Husayn'den[39] naklolunan meşhur bir rivâyette Hz. Resulullah'ın (s.a.a) mu'minle münafığı birbirinden ayırt edebilmenin ölçü ve kıstası olarak Hz. Ali'nin (a.s) dostluğunu belirlediği ve "Ali'yi ancak mu'min olan sever, Ali'ye ancak münafık olan düşman olur" buyurduğu geçer.

Hz. Resulullah'ın (s.a.a) hayatta bulunduğu dönemde bu hadis çok yaygındı ve herkesçe bilinmekteydi. Nitekim Ebuzer-i Ğıfârî şöyle der: "Biz; münafık olanları Allah ve Resulü'nü reddedişlerinden, namazdan kaçmalarından ve Ali'yle düşman olmalarından tanır, bilirdik"[40].

Ebu Said-i Hıdrî de[41] şöyle rivâyet eder: "Biz Ensâr müslümanları, münafıkları Ali b. Ebi Talib'e düşmanlıklarından ve onu pek sevmeyişlerinden tanırdık!"

Abdullah İbn-i Abbas'tan şöyle rivâyet olunur: "Hz. Resulullah'ın (s.a.a) hayatta olduğu dönemde, münafıkları Ali'ye düşmanlıklarından tanırdık."[42]

Cabir b. Abdullah Ensârî de şöyle der: "Münafıkları kolayca tanımamızın yolu, Ali'ye düşman olduklarını bilmemizdi."[43]

Bütün bunlara istinaden ve Hz. Resulullah'ın "Allah'ım! Ali'yi seveni sev, ona düşman olana düşman ol!"[44] buyruğuna binaen Ehl-i Beyt mezhebi mensupları Allah'ın dininin hükümlerini öğrenme hususunda çok ihtiyatlı davranır ve Hz. Ali'nin (s.a) dostlarından olmayan ve o hazrete karşı düşmanlığa girişen sahâbelerden, başka bir deyişle sahâbe arasında gerçek yüzlerini ancak Allah'ın bildiği münafıklardan uzak durmaya çalışır ve İslâm'la ilgili hüküm ve rivâyetler hususunda onların sözlerini ölçü ve kıstas olarak almaz.

 

--------------------

[1] - El-İsâbe, c. 1, s. 10. Halifeler mezhebi mensuplarının bu görüşünü Şehid-i Sâni de aynı dille aktarmakta ve Diraye adlı eserinde sahâbeyi şöyle tanımlamaktadır: Mu'min ve müslüman olarak Hz. Resulullah'ı (s.a.a) görmüş olan herkes sahâbîdir!"

[2] - El-İsâbe, c. 1, S. 10-13.

[3] - Bkz: Müfredat-ı Râğıb ve Lisân-ül Arab "Sehb" kelimesi.

[4] - El-İsâbe, c. 1, s. 13.

[5] - Taberi Tarihi, c. 1, s. 2151.

[6] - Taberi Tarihi, c. 1, s. 2457-2458.

[7] - Seyf b. Ömer Tamimi'nin biyografisi için bkz: Abdullah b. Saba, C.1.

[8] - Age, c. 1, s. 117. Ayrıca, yazarın henüz basılmamış "Uydurma Râvîler" eserine de bakılabilir.

[9] - Ağani, c. 14, s. 158.

[10] - Kuzâa kabilesi: Hiydan, Behra, Belî, Cüheyne vb... kabilelerini kapsayan büyük bir kabileydi; İbn-i Hazm'ın "Cemheret-u Ensâb-il Arap" kitabının 440 ve 460. sayfalarında etraflıca anlatılır. Kuzâa kabilelerinin merkezi önce Şeher, sonra Necrân, sonra da Şam olmuştur. Bu kabilelerin yerleşim bölgesi Şam'la Hicaz'dan Irak'a varan çok geniş bir alanı kapsıyordu. Bkz. Mucem-u Kabâil-il Arap, Kuzâa kelimesi, c. 3, s. 957.

[11] - El-Ağânî, c. 14, s. 157. İbn-i Hazm bu mevzuyu özet olarak Cemhere'nin 284. sayfasında anlatmıştır.

[12] - Huran; Demeşk eyaletine bağlı çok geniş bir bölgenin adıdır, bkz: Mu'cem-ül Büldân, c. 2, s. 358.

[13] - El-Ağani, c. 15, s. 56.

[14] - El-İsâbe, c. 2, s. 489-496. Algame'yle amcaoğlu Âmir arasında bir hadise vuku buluyor ve birbirlerine çirkin sözler sarfediyorlar. Biz burada onları aktarmaya utanıyoruz, Algame'nin Roma İmparatorundan alınmasının nedeni de, bu macera olsa gerektir; bak: İsfahânî'nin “El-Ağânî” isimli eseri, c. 15, s. 50-55 ve İbn-i Hazm'in Cemhere'si, s. 284.

[15] - Ebu Muhammed Abdurrahman b. Ubeyy Hâtem Râzi (doğ: hk.327)'nin tanınmış eseri "Takdimet-ul Marifeti Li-Kitab'il Cerh-i Vet-Tâdil, hk. 1371'de Haydarabad'da basılmıştır.

[16] - Ehl-i Beyt mezhebine mensup Şîa'ya göre, bu âyetteki "mu'min"den maksat, rastgele her sahâbe değil, sahâbenin mu'min ve takvalı olanları ve bu iman ve takvalarını sonuna kadar koruyabilenlerdir.

[17] - Halifeler mektebinde hicretin 1. yüzyılın sonlarına kadar Hz. Resulullah'ın (s.a.a) hadislerinin yayılması, bilhassa hadislerin yazılması ve yazılı olarak saklanması veya yayılması yasaklamıştı; bu yasağı ilk başlatan ve bu bid'ati İslâm'a ilk sokan kimse ise, ne yazık ki ilk halife olmuştur.

[18] - El-Cerh-i Vet-Tâdil, s. 7-9.

[19] - Ebu Ömer Yusuf b. Abdullah; Muhammed b. Abdulbirr'un Meriyy'ul Kartabi'ul Mâliki'nin (368-463 hk.) torunlarından olup, tanınmış eser "El-İstiy'âb Fi Esmâ'ul Ashâb"ın yazarıdır.

[20] - Usd'ül Gâbe Fi Mârifet-il Sahâbe, c. 1, s. 3.

[21] - El- El-İsâbe Fi Temyiz'el Sahâbe, c. 1, s. 17-22.

[22] - Tanınmış imam ve fakih Ebu Zırâe'nin; Hz. Resulullah'ın (s.a.a) Ashâbı arasındaki münafık sahâbeler hakkında neler düşündüğünü merak etmemek elde değil!

[23] – İbn-i Hacer'in “El-İsâbe” kitabı, c. 1, s. 18. İbn-i Hacer, Ebu Zırae'yi tanıtırken şöyle der: "1. sınıf güvenilir hadis râvîlerinden ve hafız imamlarındandır. H.264. yılda vefat etti; Müslim, Tirmizi, Nesâi ve İbn-i Mâce gibi sıhah sahâbesi ondan rivâyetlerde bulunmuşlardır. Biyografisi için bkz: Takribu’t-Tahzib, c. 2, s. 536, no:1479.

[24] - Fetih,18.

[25] – “Şecere” veya “Rıdvan biati” olarak bilinen bu hadise için bkz: Vâkıdî'nin Megâzî'si, s. 604 ve Hutat-ı Mıqrîzî, s.291.

[26] - Tövbe, 101.

[27] - Ayşe'nin rivâyetine göre onun kendisini temize çıkaran, başkalarının rivâyetine göreyse Hz. Mariye'nin iffetini vurgulayan “İfk hadisesi” Nur Suresi'nin 11-17 âyetlerinde geçer.

[28] - Cuma,11.

[29] - Ahmed b. Hanbel'in Müsned'I, c. 5, s. 390 ve 453 ve: Sahih-i Müslim, c. 8, s. 122-123, Sıfat'ul Münâfıkun bâbı ve Mecmau’z-Zevâid, c. 1, s. 110 ve c. 6, s.195; Vâkıdi'nin Moğazi'si, c. 3, s. 1042 ve Mogrizi'nin İmtâ'sı, s. 477 ve Dürru’l Mensur, Siyuti, c. 3, s. 258-9, Tövbe, 74. âyetin tefsiri hakkında.

[30] - Ehl-i Beyt mezhebi mensupları bu komplonun Veda Haccı dönüşünde ve Gadir-i Hum hadisesi medeniyel Cuhfe yakınlarında gerçekleştiğine inanırlar, bkz: Bihar'ul Envâr, c. 28, s. 97.

[31] – Sahih-i Buhâri, Maide Suresi tefsirinde "... ve kuntu aleyhim şehidâ..." babında ve Kitabu’l Enbiya "... ve İttehazallahi..." babında ve Sahih-i Tirmizi "Saffetu’l Kıyame" ve "...Macâe fî Şa'nul Heşr..." babları ve Tâhâ Suresi tefsiri kısmında.

[32] – Sahih-i Buhari, Kitabu’l Rıkâk, Fi'l Hovz bâbı c. 4, s. 95 ve Kitabu’l Fiten "Ma Câe fi Kavlillah-i Teala" babı ve Sünen-i İbn-i Mâce, Kitab-ı Menâsık, "Hutbe't-i Yevminnehar" babı 5830. hadis ve: Müsned-i Ahmed, c. 1, s. 453 ve c. 3, s. 28 ve c. 5, s. 48.

[33] – Sahih-i Müslim, Kitab-il Fezâil, "İsbât-ı Harz-ı Nebiyyina" babı, c. 4, s. 1800, 40. hadis.

[34] – Müstedrek-i Hakim, c. 3, s. 483 ve Mâliki'nin Fusulu’l Mühimme'si ve İbn-i Meğazili-i Şâfii'nin Menâkıb'I, c. 3, s. 7 ve Şeblenci'nin, Nur'ul Ebsar'ı, s. 69... da geçen rivâyetlerde de belirtildiği üzere, Hz. Ali (s.a) 30. Fil senesinin Receb ayının 13'ünde Kâbe'nin içinde dünyaya gelmiştir. H. 35. yılda muhacirinle ansar ona halife olarak biat ettiler. H. 40. yılın Ramazan'ının 19. gecesi Kufe Camii'nde namaz kılarken, hârici taifesi mensuplarından İbn-i Mülcem-i Muradi tarafından zehirli bir kılıçla suikaste uğradı ve iki gün sonra, Ramazan’ın 21. günü dâr-ı bekâ'ya göçtü. Ehl-i Sünnet'in sahih kitaplarında Hz. Ali'den (s.a) rivâyet edilen hadislerin sayısı 536'dır. Biyografisi için bkz. İsti'âb, Usd'ul Gâbe, Cevami'us-Siyre (c. 5, s. 276). Hz. Resulullah'a (s.a.a) karşı münafıkça davrananların kimler olduğu hususunda Hz. Ali'nin (s.a) rivâyetleri için bkz: Sahih-i Müslim c. 1, s. 61 "Delil'ul Ali En'hubbul Ansâr..." bâbı ve : Sahih-i Tirmizi, c. 12, s. 177 "Menâkıb-ı Ali " babı ve Sünen-i İbn-i Mâce "Hâdi-i Aşer" babının girişinde, Sünen-i Nesâî, c. 2, s. 271 "Alamet'il Mu'min ve Alamet-i Münafık" babı, Kitabu’l İman ve Şeraete'den ve Hasâis-i Nesâi, s. 38 ve Müsned-i Ahmed, c. 1, s. 84, 95, 128 ve Tarih-i Bağdad, c. 2, s. 255; c. 8, s. 417; c. 16, s. 426 ve Hilyet'ul Evliya, Ebu Nuaym, c. 4, s. 185 (ki burada bütün râvîlerin ittifakıyla sahih kabul edilen bir hadis olduğu belirtiliyor). Tarih'ul İslâm, Zehebi, c. 2, s. 198; İbn-i Kesir Tarihi, c. 7, s. 354 ve: İstiab, c. 2, s. 461 ve Usd'ül Gâbe, c. 4, s. 292 ve Kenz-ul Ummâl c. 15, s. 105 ve Riyaz-un Nazere, c. 2, s. 284 ve Menâkıb, İbn'ul Meğazili, s. 190, hadis: 255.

[35] – “Ümmü Seleme” olarak bilinen Hind, Ebu Umeyte b. Muğeyre Gureşi Muhzumi, Hz. Resulullah'la (s.a.a) evlenmeden önce Ebu Seleme b. Abdulesed Mahzumi'nin eşiydi ve her ikisi de ilk müslümanlardandı; önce Habeşistan'a ve sonra da Medine'ye hicret ettiler. Ebu Seleme Uhud savaşında aldığı yarayla hicretin 3. yılında vefat edince, Hz. Resulullah (s.a.a) çok çocuğu olan ve kocasının vefatıyla birlikte onların geçimini sağlamada ciddi bir sıkıntıya düşen Ümmü Seleme'nin geçimini sağlamayı kendi üzerine aldı. Ümmü Seleme, Hz. İmam Hüseyin'in (s.a) şehadetinden sonra h. 61. yılda vefat etti. “Sahiheyn” kitabının yazarları ondan 378 hadis rivâyet etmiştir. Ümmü Seleme'yle Ebu Seleme'nin biyografisi için bkz: Usd'ul Ğabe ve Cevami'us-Siyre, s. 276 ve Takrib'et-Tehzib, c. 2, s. 617. Münafıklar hakkında Ümmü Seleme'den rivâyet olunan hadis için bkz: Sünen-i Tirmizi, c. 13, s. 168 ve Müsned-i Ahmed b. Hanbel, c. 6, s. 292 ve İstiâb, c. 2, s. 460 ve İbn-i Kesir Tarihi, c. 7, s. 354 ve Kenz'ul Ummal, 1. baskı, c. 6, s. 292.

[36] - Abdullah b. Abbas. Abdulmuttalib'in torunlarından, Hz. Peygamber'in (s.a.a) ve Hz. Ali'nin (s.a) amcaoğlu Hicret sırasında üç yaşındaydı ve h. 67'de Tâif'te öldü. “Sahiheyn” kitabının yazarları ondan 1660 hadis rivâyet etmiştir. Biyografisi için bkz: Usdu’l Gâbe ve El-İsâbe ve Cevami'us-Sire, s. 276.

[37] - Ebu Zerr Gıfârî, “Cündeb” ve “Büreyd” de onun adıdır. Cünade (Abdullah veya diğer adıyla Esseken'in oğludur. İslâm'ı ilk kabul eden ve en son hicrette bulunanlardandır. Bedir'den sonraki savaşlara katıldı ve Halife Osman'ın emriyle sürüldüğü Rebeze Çölü'nde açlık ve hastalıktan öldü (h.32. yılda). Sıhah yazarları ondan 281 hadis rivâyet etmiştir. Biyografisi için bkz: Takrib, c. 2, s. 420, Cevamius-Sire, s. 277 ve Abdullah b. Saba Masalı: (Allame Askeri)

[38] - Enes b. Mâlik, Ensari-i Hazrecî (Hazrec kabilesi ensarından) olup, on yıl Hz. Resulullah'a (s.a.a) hizmette bulunduğunu söyler. Gadir-i Hum olayına şahid olduğu halde bunu gizlediği ve şehadette bulunmaktan kaçındığı için Hz. Ali'nin (s.a) bedduasıyla abraş hastalığına yakalandı. Abraşının sarığını taştığı A'lâk'un-Nefise, s. 122'de yazılıdır. Bu hadisenin ayrıntıları İbn-i Ebi’l Hadid'in Şerh-i Nehc'ul Belağa'sında c. 4, s. 388'de geçer. H.90. yılda Basra'da öldü. Hadis kaynaklarında ondan 2286 hadis rivâyet edilmiştir. Biyografisi için bkz: Usd'ul Ğabe, Takrib, Cemamius-Sire, s. 276. Münafıklarla ilgili rivâyeti için bkz: Kenz'ul Ummal, c. 7, s. 140.

[39] - Ebu Necid İmrân b. Husayn-il Huzâî-il Kâ'bî: Hayber fethinde müslüman oldu ve Hz. Resulullah'la (s.a.a) görüşme şerefine kavuştu. Kufe'de kadılığa atandı ve h.52 de Basra'da öldü. Sıhah Ashâbı ondan 180 hadis rivâyet etmiştir. Münafıklar hakkındaki rivâyetleri için bkz: Kenzu’l Ummal, c. 7, s. 140. Biyografisi için bkz: Takrib, c. 2, s. 72 ve Cevamius-Sire, s. 277.

[40] – Müstedreku’s-Sahiheyn, c. 3, s. 129 ve Kenzu’l Ummal, c. 15, s. 91.

[41] - Ebu Said-i Hıdrî: Sâ'd b. Malik b. Sinan-ı Hazrecî, Hendek ve diğer savaşlara katıldı. Rivâyetlere göre h. 63 veya 65 ya da 76'da Medine'de öldü. Sıhah Ashâbı ondan 1170 hadis rivâyet etmiştir. Biyografisi için bkz: Usdu’l Ğabe, c. 2, s. 289, Takrib, c. 1, s. 289. Cevâmius-Sire, s. 276. Münafıklarla ilgili hadisi için bkz: Sahih-i Tirmizi, c. 13, s. 167 ve Ebu Nuaym'in Hılye'si, c.6, s. 284.

[42] - Bağdad Tarihi, c. 3, s. 153'te İbn-i Abbas'ın, İbn-i Mesud'un yanında "... ki bu, ekicilerin de hoşuna gider, onunla kafirleri öfkelendirmek içindir..." (Fetih, 29) âyetini okuduğu ve "Bu, Ali b. Ebu Talib'tir" dediği kayıtlıdır.

[43] - Cabir b. Abdullah b. Amru Ansari-i Selemi: Baba oğul, her ikisi de sahâbeydi. Cabir'le babası Akabe biatini idrak ettiler. 17 savaşta Hz. Resulullah'ın (s.a.a) safında müşriklerle savaştı. Sıffın savaşında Hz. Ali'nin (s.a) yanında yer aldı. H.70. yılda Medine'de vefat etti. Sıhah yazarları ondan 1540 hadis rivâyet etmiştir. Biyografisi için bkz: Usdul Ğâbe, c. 1, s. 256, 257; Takrib, c. 1, s. 122; Cevamius-Sire, s. 276. Münafıklarla ilgili rivâyetleri için bkz: İsti'âb, c. 2, s. 464 ve Riyazun-Nazire, c. 2, s. 284; Tarih-i Zehebi, c. 2, s. 198'te "...biz bu ümmetin münafıklarını ancak..." şekilde başlayarak geçer. Mecmeuz-Zevaid, c. 9, s. 133'te de "Biz ansar grubu, münafıkları ancak..." şeklinde başlayarak geçer.

[44] - Sahih-i Tirmizi, c. 13, s. 165, “Menâkıb-ı Ali” babında. Sünen-i İbn-i Mâce'de "Ali'nin Faziletleri" babında, 116. Hadis; Hasâis-i Nesâi, s. 4 ve 30'da; Müsned-i Ahmed b. Hanbel, c. 1, s. 84, 88, 118, 119, 152, 330; c. 4, s. 281, 368, 370, 372, ve c. 5, s. 307, 347, 350, 358, 361, 366, 419, 568 ve Müstedrek'ul Sahiheyn, c. 2, s. 129; c. 3, s. 9; Riyazun-Nazire, c. 2, s. 222, 225; Tarih-i Bağdad, c. 7, s. 377; c. 8, s. 290; c. 12, s. 343 ve daha birçok kaynakta geçmektedir.

Tarih: 06-08-2021

FACEBOOK YORUM
Yorum