içerik yükleniyor...Yüklenme süresi bağlantı hızınıza bağlıdır!

Tasavvuf ve İrfan

“Tasavvuf” terimi büyük ihtimalle “sûf” sözcüğünden alınmıştır. “Sûf” sözcüğü, “yün” anlamında olduğu için “tasavvuf” da “yün giyinmek” anlamındadır.

Tasavvuf ve İrfan

Bismillahirrahmanirrahim

 

Yün giysi ve benzeri sert ve rahatsız edici giysiler giymek aslında zorluklara göğüs germek, konfor düşkünlüğü, hazcılık ve rahatlıklardan uzak durmanın bir tür sembolüdür. “Sufi” sert giysiler giyip de kendisini sıkıntılara düşürerek bu şekilde maddi manevî bütün bağlardan kurtulmak ve sınır tanımaz nefsini eğitmeğe çalışıyor. Bu sebeple tasavvuf daha çok amelî irfanla örtüşüyor. Nitekim irfan sözcüğü daha çok nazarî irfanı çağrıştırıyor ve bu tür irfanla daha çok örtüşüyor.

 

“Sûfî” olarak bilinen insanlar genellikle bütün zamanlarda kâmil bir insanın var olduğuna inanıyorlar. Kâmil insan olarak bilinen ve “kutup” olarak da adlandırılan bu insan bütün insanlara egemendir ve bütün insanlar ondan yardım alıp, bütün güzellikler için onun kapısına gitmelidirler.

 

Kutuplar da kendi içlerinde farklı seviyelere sahiptirler ve alt seviyedeki kutup bir üst seviyedekinden yardım almalıdır. Sûfîler kendi içlerinde farklı gruplar ve fırkalara sahiptir.

 

İslam şeriatına bağlı Şia topluluğunda “sûfî” ve “tasavvuf” kavramları olumlu karşılanmıyor ve genellikle az çok sapkınlıklar içeren gruplar için kullanılıyor. Ancak tarih boyunca kimi dönemlerde olumlu bir kavram olarak kullanılmıştır ve belki günümüzde bile birtakım bölgelerde kutsal bir kavram olarak kullanılıyor olabilir.

 

Örneğin Kirmanşah ve çevresindeki birtakım bölgelerde “sûfî” kelimesinin kutsal bir anlam taşıdığı söyleniyor. Sonuçta dediğimiz gibi Şia toplumunun geneli bu kavramı olumsuz olarak kabul edilen, inancında ve hayat tarzında az çok eğrilikler olan insanlar için kullanıyor. Ancak “ârif” kelimesine geldiğimizde durum tamamen tersine dönüyor ve insanların genelinin bu kavrama olumlu yaklaştığını görüyoruz. “Arif” kavramı günümüze kadar toplum içindeki kutsal anlamını korumuştur.

 

Ârif Kimdir?

İrfanın hakikat ve mahiyetini kısaca “yüce Allah’ı şuhudî olarak tanımak” olarak açıklarsak, doğal olarak gerçek Ârif, bu marifete varmış olan insan anlamındadır. Bu sebeple tek bir cümlede Ârif’i “Kalbî ve ruhuyla yüce Allah’ı bulmuş olan insan” olarak tanımlayabiliriz.

 

Arif’in irfandaki kademesi de Allah’a yönelik sahip olduğu şuhudî marifet ve kalbî bulguya bağlıdır. Dolayısıyla arif olabilmek için herhangi bir ayin yapılmak veya falanca unvana sahip olmak gerekmiyor. Zira irfanın hakikati ve özü olan şuhudî marifet ve kalbî bulgu gözle görülmeyen bir hakikattir ve kişinin kendisi dışında hiç kimse tarafından görülemez.

 

Diğer insanlar ancak birtakım emare ve işaretlerden yola çıkarak bu insanın söz konusu makama varıp varmadığını tahmin edebilirler. Ancak bu durum diğer insanların bâtıni hallerine egemen olan insanlar için geçerli değildir. Fakat sıradan insanlar için geçerli olan bu emare ve işaretler insanlarda kesin bilgi oluşturamaz ve nihayetinde bu yönde bir zan oluşmasına sebep olabilir.

 

Bu nedenle birisinin ârif olup olmadığını öğrenmek için sahip olduğu ün ve makama bakılmaz. Buradaki belirleyici unsur, kişinin yüce Allah’a yönelik sahip olduğu şuhudî marifettir. Falanca şahsın “ârif” unvanına sahip olduğunun söylenmesi veya irfan tarihinde “ârif” birisi olarak anılması önemli değil. Önemli olan şey ve hakiki irfanın ruhunu oluşturan şey, bu şahsın kalp gözüyle yüce Allah’ı müşahede edip etmediğidir.

 

Ayrıca şunu da söylemeliyiz ki gerçek irfan cevherini elde etmiş olan insanlar hiçbir zaman gösteriş peşinde olmamışlardır ve unvan için hiçbir çaba harcamamışlardır. Aksine kendi ruhani halvetlerinde mabutlarıyla münacat etmenin hazzını yaşıyorlar ve bütün unvanların bağından kendilerini kurtarmışlardır.

 

Şia büyükleri içinde ister âlim kesimi ister diğer kesimlerde irfânî olarak çok büyük makamlara varmış olup da isimleri bile bilinmeyen birçok büyük zattan söz edebiliriz. Bu insanlara yönelik sahip olduğumuz iyimser bakış, herhangi bir şekilde halk içinde meşhur olmuş olan diğer ariflerden daha fazladır. Örneğin Seyyid Bahru’l Ulum [1], Seyyid Bin Tavus [2], İbn-i Fahd Hillî [3] ve benzeri şahsiyetler, Şia’nın sahip olduğu büyük fakih ve muhaddislerdir.

 

Bu büyük zatlar aynı zamanda çok büyük ve değerli manevî makamlara da ulaşmış insanlardır. Ancak kendi dönemlerinde kesinlikle “ârif”, “sûfi” ve benzeri unvanlarla tanınmamışlardır. Şia âlimleri içinde Mukaddes Erdebilî [4], Şeyh Ensarî [5], Şeyh Cafer Kaşifu’l-Ğita [6] ve benzeri büyük âlimleri yâd edebiliriz. Bu değerli zatlar her ne kadar keramet ve mükaşefelerle bilinmeseler de birçok büyük ariften daha büyük bir manevî makama sahip olduklarını ve yüce Allah’a olan yakınlık yönüyle de birçok büyük ariften önde olduklarını kolaylıkla söyleyebiliriz.

 

Bu sebeple birisinin kalkıp da olağanüstü işler yapması veya çok ince ve karmaşık irfânî konuları dile getirmesi bu şahsın ârif bir zat olduğunu ve irfânî makamlara sahip olduğunu göstermez. Burada önemli olan unsur kişinin yüce Allah’a yönelik sahip olduğu şuhudî marifettir. Bu da ancak ve ancak kişinin kendisinin fark edebileceği bir durumdur. Yani diğer insanlar bu durumu fark edemezler.

 

Bu yolda değerli olan şey kalptir; kelimeler ve kavramlar değil. İrfânî konuları açıklamak ise, bu konuları bizzat yaşamış olan insanların yapabildiği bir iş olduğu gibi bu konuları irfân hocalarından öğrenmiş olup da bizzat yaşamamış olan insanların da yapabileceği bir iştir.

 

Istılahî anlamıyla “irfân”, yani şuhûdî marifet, kesinlikle bu marifeti açıklayacak sözcükleri veya bu sözcüklerin anlamını bilmekle ilgili değildir. Bu sözcükleri bilen birisi irfânın kendisine sahip olmayabilir veya irfânın kendisine sahip olan birisi bu sözcükleri bilmeyebilir. Ama aynı zamanda insan irfânın kendisine sahip olup da sonrasında bu sözcükleri öğrenmiş de olabilir. Mantık ilmi deyimiyle bu ikili arasındaki bağ “umum ve husus min vecih”tir.

 

Dolayısıyla kişinin irfânı terimleri çok iyi bilmesi ve çok ince irfânî konulara açıklık getirebilmesi bu kişinin ârif olduğunu göstermediği gibi, aynı zamanda kişinin bu konuda yetersiz olması ârif olmadığını göstermez. Aynı şekilde kişinin kerametler göstermesi ve olağanüstü işler yapabilmesi onun irfân ehli birisi olduğunu göstermediği gibi, herhangi bir olağanüstü durum kendisinden görülmeyen kişinin de irfân ehli olmadığı söylenemez.

Ayetullah Muhammed Taki MİSBAH

 

----------

[1]- “Seyyid Bahru’l Ulum” lakaplı olan Seyyid Muhammed Mehdi, 1155 - 1212 hicri yıllarında yaşamış ve baba adı “Seyyid Murtaza Tabatabaî Burucerdî”dir. Soy olarak İmam Hasan’ın (a.s) evlatlarındandır.

[2]- “Reziyyuddin Seyyid b. Tavus” lakabıyla bilinen Ali b. Sâduddin Ebu İbrahim, 589-664 hicri yıllarında yaşamış ve on üç vasıta ile İmam Hasan’ın (a.s) evladıdır.

[3]- İbn-i Fahd El-Hilli (757 - 841 hicri) Şia’nın önde gelen büyük alim ve fakihlerinden birisidir.

[4]- İsmi “Ahmed” olan Mukaddes Erdebilî, hicri dokuzuncu yüzyılda Erdebil şehrinde dünyaya gelmiş ve o dönemin en takvalı ve en âbid insanıdır.

[5]- Şeyh Murtaza Ensarî (1214 - 1281 hicri) Şia dünyasının son dönem en büyük fakih ve alimlerin birisidir.

[6]- “Şeyh Cafer-i Kebir”, “Şeyhü’l Meşayıh” ve “Kaşifu’l Ğıta” isimleriyle tanınan Şeyh Cafer Necefî, hicri on iki ve on üç yıllarında Iraklı Şiilerin taklit mercii ve büyük Şii alimlerden birisidir. Hicri 1156-1228 yıllarında yaşamıştır.

Tarih: 04-01-2024

FACEBOOK YORUM
Yorum